Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Dayanç
Muharrem Dayanç

ESKİ SEPET TAVANDADIR

Çocukluğumdan beri bastığım topraktan çimdiğim dereye, dallarına tırmandığım ağaçtan patikalarında yürüdüğüm dağa, sabahları ılık ılık gülümseyen güneşten sonbaharda başımın üstünde dolaşan beyaz bulutlara kadar çevremdeki her varlığa bu sözün penceresinden baktım dersem yalan olmaz.

Geçen zaman (veya yaşlanmak) beni bu vecizeye her gün biraz daha yaklaştırdı.

Çünkü coğrafya sadece içine doğduğumuz, bizi kuşatan somut olgulardan, olaylardan oluşmuyordu. Habitatımızın bize sunduğu kültürel ve içsel ayrıntılar da bu kavramın içinden uç veriyordu.

Bir dağın eteklerinde doğup büyümekle deniz kenarında hayata gözlerini açmak, ovada yetişmekle bir akarsuyun hırçın dünyasına muhatap olmak aynı şeyler değildi mesela.

Bütün bunların insan ve toplum hayatına yansımaları vardı.

Ulaşım sorunu olmayan yerlerle dağların arasına sıkışmış mekânlar arasında bile sosyolojik, psikolojik, ekonomik farklar göze çarpıyordu. Bereketli topraklar üzerinde yaşayanlarla çorak iklimlerde hayata tutunanların bırakın yaşamlarını rüyaları bile ayrıydı…

(Yahya Kemal’in hocası Albert Sorel’in (1842-1906) zamanına ışık tutan sözü geliyor burada aklıma: “Dünyada henüz keşfedilmemiş iki şey vardır: Coğrafyada kutuplar, tarihte Türklük.”)

Düşündükçe, okudukça, yaşadıkça gördüm ki tek çeşit, bir çırpıda anlaşılan ve çerçevesi çizilebilen bir coğrafya tanımı yok. Bir milletin kabul görmüş sınırlarına işaret eden “siyasî coğrafya”dan aynı dili konuşan insanların yaşadığı yerlere (hatta memleketlere) gönderme yapan “kültür coğrafyası”na kadar matruşka misali iç içe geçmiş birçok coğrafya tasavvuru var.

Bugün burada “göç coğrafyası” ile “yerleşik coğrafya”nın insana/topluma etkisini iki hikâye (örnek) üzerinden tartışıp -sözü çok da uzatmadan- çözümlemeye çalışacağız.

Bunlardan ilki uzun kış gecelerinde cennet kuşu annemin dokuz çocuğunu etrafına toplayıp anlattığı hikâyelerden biri.

Anlatının merkezine kendisini koyduğunu çok sonra fark ettiğim, biz çocuklarına gönderdiği mesajların da içinde uç verdiği bir “kıssa” bu.

Ona da kendi büyükleri anlatmış. Buna benzer birçok hikâyesini saklıyorum annemin, zamanla değişik yazılara köprü olurlar umuduyla. Bu hikâyenin ayırt edici temel niteliklerinden biri hayatında “göç olgusu”nu yaşamış bir insan topluluğu içinde neşvünema bulması.

İkincisi asırlarca yıl göç görmeyip yerleşik hayat süren toplulukların -ilk hikâyeyle hemen hemen aynı “hisse”ye varmayı amaçlayıp- nesiller boyunca geleceğe aktardıkları ibretamiz bir “kıssa”. Kalabalık bir toplulukta erkek anlatıcıdan dinleyip kayıt altına aldığım bu anlatı ilkine göre daha nesnel bir olay örgüsüne ve kurgusuna sahip.

Sıra hikâyelerde.

Birinci versiyon:

“Bir evlat, fazla konuştuğunu, her işlerine karıştığını, kendisini ve ailesini rahatsız ettiğini düşündüğü annesini sırt sepetine koyup ormana götürür. Niyeti annesini orada bırakıp eve yalnız dönmektir. Planladıklarını yapıp eve dönmek için yola koyulmaya yeltenen oğlunun niyetini sezen anne yavrusuna son bir sözle veda etmek ister:

-Sepeti unuttun oğlum, onu götür evin tavanına koy. O sepet oğluna da lâzım olacak.

Evlat bu sözden sonra yaptığı hatayı anlar, annesini bıraktığı yerden alarak mahcup bir edayla evin yolunu tutar.”

(Hikâyede örtük bir şekilde gelin-kaynana çekişmelerine gönderme vardır.)

Bu hikâyeyi defalarca anlatan annem, sözlerinin sonunda “Eski sepet tavandadır.” sözünü tekrar eder, tatlı bir tebessümle bize hayat dersi vermeyi ihmal etmezdi.

Ve peşinden en sevdiği duayı yapardı: “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak. Beni kimsenin eline bırakma, kimseye muhtaç etme Allah’ım.” Allah, duaları duyan ve kabul edendir.

Herkes duysun ve bilsin ki “Eski sepet tavandadır.”

(Burada özellikle öğrencilerim için kısa bir açıklama yapmak isterim. “Tavan arası” geleneksel evlerde ailelerin kullanılmayan eşyalarını koydukları yerlerin başında gelir. Bu ibarenin gerçek anlamı dışında bilinçdışına gönderme yapan bir metafor olarak da kullandığını hatırlatayım. Bu bağlamda Oğuz Atay’ın “‘Ben tavan arasındayım sevgilim.’ diye bağırdı delikten aşağı doğru.” cümlesiyle başlayan “Unutulan” öyküsünü okumalarını tavsiye ederim.)

İkinci versiyon:

“Bir evlat, oğluyla birlikte artık evde fazlalık olarak gördüğü babasını bir eşek arabasıyla ormana götürür. Niyeti onu orada bırakıp eve dönmektir. Kendince her şeyi yoluna koyup eve dönmek için ayağa kalkan evlat, oradan ayrılmak için ilk adımını atınca dedesini çok seven torun, babasını durdurur.

-Baba, dedemi burada mı bırakacağız?

-Evet.

Torun ağlamaya başlar ve peşinden şu soruyu sorar:

-Ben büyüdüğümde, sen yaşlanmış olacaksın. Sen yaşlandığında ben de seni buraya getirip bırakacak mıyım?

Sorudan sonra, yaptığı hatayı anlayan evlat gider babasına sarılır, beraberce evin yolunu tutarlar.

Yolda aralarında şöyle bir konuşma geçer.

-Beni burada bırakmayacağınızı biliyordum.

-Nereden biliyordun?

-Ben babamı ormana bırakmadım ki…”

Bu olaylardan ilki daha önce de belirttiğimiz gibi “göç coğrafyası”nı tecrübe eden insanlar arasında anlatılır ve hem olayın anlatıcısı hem de hikâyenin öznesi kadındır.

Bu versiyonda anne sırt sepetiyle ormana götürülür.

Sırt sepeti insanların kendi çevrelerinde bulunan ağaç dallarından ördükleri yerel bir taşıma aracıdır ve daha çok kadınlar tarafından kullanılır. Hikâyeye dikkatle bakıldığında, annenin bu trajik hadise karşısında çok da tedirgin olmadığı görülür.

Göç olgusu bu insanları her türlü zorlukla baş edebilecek bir hayatın içinden geçirmiştir. İçten ve dıştan gelecek zorluklara karşı daha dayanıklı kılmıştır. Bir de unutmadan söyleyelim, bu tür coğrafyalarda, hayatın yükünü daha çok kadınlar çeker. Ve yine böyle yerlerde annelerin kendi çocuklarına bile eyvallahı yoktur.

Asaletin bini bir paradır bu coğrafyalarda. Sadece söylenmesi gereken söylenir ve geri kalanına katlanılır.

Anne, bu sepetin birgün kendisine de lâzım olacağını söyleyerek oğluna hayatın bir gerçeğini hatırlatır ve onu derinden sarsar.

Bu tür yaşama alanlarında ve böyle durumlarda sözü uzatmanın bir anlamı yoktur. Çaresiz bile kalsa onurundan ve gururundan vazgeçmeyen bir insan bir kadın portresidir bu.

(Aklınıza Alfred de Vigny’nin “Dişi Kurt ve Yavruları”nın geldiğini biliyorum…)

İkinci versiyonda sırt sepetinin yerini eşek arabası alır. İlkinin aksine bu hikâyenin anlatıcısı da öznesi de erkektir. “Yerleşik coğrafya” bilenenlerin aksine (ve kendi zamanları için düşündüğümüzde) insanları daha donanımlı kılmıştır. Hem eşek hem eşek arabası o günün şartlarında önemli motiflerdir ve bir yere kadar belli bir konfor alanını işaret ederler.

Bu versiyonda insan sayısı bir kişi artar ve dede, baba, torun nesil çatışmalarını akla getirecek bir kurgunun oluşmasına zemin hazırlar.

Bütün bunları kurgulayan evlat, bireysel ve toplumsal anlamda arada kalmış bir figür olarak göze çarpar. Hikâyede şaşırtıcı olan bir diğer nokta düğümü en küçük kahramanın çözmesidir.

Birinci versiyona göre konu daha detaylı olarak ele alınıp işlenir. Babanın (dedenin) evladına karşı takındığı tavır, çok da net değildir aslında. Yılların içinden süzülen bir ses ve olgunlukla oğluna bu dünyanın “etme bulma dünyası” olduğunu hatırlatır.

Dedenin ormanda kalmasını engelleyen torundur ki bu durum anlatıyı daha çarpıcı hâle getirir. Çocuk kahraman beklentisizliği, saflığı ve temiz kalpliliği imler. Anlatılanlara bir bütün olarak baktığımızda bu hikâye aklımıza “oğul balı” deyimini de getirir ki bu ibarede kastedilen torun olmalıdır.

(“Torun evlat balıdır.” sözünü de bir yerlerden hatırlar gibiyim.)

Bu böyledir, Türk toplumu önce “hikâye”yi anlatır, halk “hisse”yi yüzyıllar içinde kelime kelime atasözüne, deyime dönüştürür. Biz de istedik ki Geyve bölgesinde anlatılan bu hikâyenin iki versiyonunu dostlarımız duysunlar. Halk bilimci meslektaşlarımızın bunları derlemeye vakitleri yok.

Hele konu Adapazarı ise koskocaman Sakarya Nehri Vadisi’nin bütün geçmişi, tarihi, kültürü orada öylece yatıp durmaktadır. Oysa ufak tefek dokunuşlarla bir şeyler yapmaya çalışanlara bile şükrân duyar bu şehrin insanı.

Birkaç soruyla yazıyı toparlayalım.

Sakarya Nehri’nin ilham verdiği kaç söz, deyim, vecize var, bilen var mı? Veya yedi gölü sınırları içinde misafir eden bu şehirde göl kaynaklı kaç efsane anlatılıyor?

Ya yamaçlarından göllerin, denizlerin, nehirlerin seyredildiği yaylalar kaç romana, öyküye konu oldu? “ Sapanca Şiir Akşamları”na katılanların kaç “göl-nehir-tren-elma” şiiri var? Doğançay’ın çınarlarını serenat yapmaya yapmaya kim kuruttu? Arifiye’nin de Geyve Boğazı’nın da olduğu, içinden tren geçen kaç edebî metin kaleme alındı, sinemaya uyarlandı?

Ya çocukluğumdan beri kulaklarımdan sesi gitmeyen maniler, türküler, destanlar, ağıtlar? Güvâhî’nin memleketi daha çok ilgiyi hak etmiyor mu?

Sahi, Sezai Karakoç Geyve’ye gitti mi?

Neyse.

Bize Adapazarı hasretinin düştüğü dünyada sizin ömrünüzün neşvesi tâm olsun abiler…

Annemin sözünü bir kere daha hatırlatıp susuyorum, Thomas More gibi susuyorum hem de: “Eski sepet tavandadır.”

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.