reklam reklam reklam
reklam reklam reklam
DOLAR 19,1906 % 0.04
EURO 20,8128 % -0.7
GRAM ALTIN 1.214,64 % -0,50
ÇEYREK A. 1.985,93 % -0,50
BITCOIN 28.496,91 1.368
ÜYE PANELİ
SON DAKİKA
hava 11°
reklam
Google News

DAHA ENTERESANI YOK (MEVZU TANPINAR)

Kurguladıkları, kaderi olsun bir de. İnsan yazdıklarına benzer veya onlarda kendini yeniden bulur, inşa eder, öyle değil mi Tanpınar? Fatalite deyip geçelim mi yoksa, ne dersin?

Son Güncelleme :

05 Şubat 2023 - 22:03

/ 496 views kez okundu.
DAHA ENTERESANI YOK (MEVZU TANPINAR)
reklam

DAHA ENTERESANI YOK (MEVZU TANPINAR)

Mahrumiyetler içinde başlayan, iç içe geçmiş yoksunluklardan, kaybedişlerden beslenen, zorlu savaş şartlarında adım adım filizlenen hayalî, hatta hülyavî bir kahraman tahayyül edin, belli bir aşamadan sonra ete kemiğe bürünsün -biraz gerçekçi biraz fantastik de olsa- nefes alıp vermeye başlasın ve peşi sıra yarım kalmış bir romana sızsın.

Kurguladıkları, kaderi olsun bir de. İnsan yazdıklarına benzer veya onlarda kendini yeniden bulur, inşa eder, öyle değil mi Tanpınar? Fatalite deyip geçelim mi yoksa, ne dersin?

Orhan Okay’ın biyografisine “bir hülya adamının romanı” demesi ne kadar isabetli ve yerindedir. Kendisinin ve dostlarının anlattıklarından yola çıkarak, bu çok yönlü yazara dikkatle bakıldığında, henüz mürekkebi kurumamış bir romandan fırlayan kahraman izlenimi uyandırması boşuna değildir zihnimizde.

Belki de bu yüzden, onun yazdıklarını ve yaptıklarını (kurgu veya gerçek) kendi bağlamı ve mantığı içinde kolay kolay yadırgamayız. Benzer hatıralar (yaşanmışlıklar) bir başkası için anlatılmış olsa farklı ve olumsuz tepkiler oluşabileceği hâlde işin içine Tanpınar girince bütün gri düşünceler yerini tebessüme bırakır.

Bu ince ve sıcak yaklaşım onun hayatının, içine doğduğu dünyanın, yazarlığının, öğretmenliğinin, mizacının ona sağladığı bir ayrıcalık olsa gerek. Tanpınar dediyse, Tanpınar yaptıysa, Tanpınar yazdıysa, Tanpınar anlattıysa ayrıcalığı…

Daha açık söylemek gerekirse hatasıyla sevabıyla bir yere kadar tolere edilebilir bir insandır o. Çünkü her hâlükârda her koşulda kendisidir, korumasızdır, maskesizdir, sansürsüzdür, filtresizdir de ondan.

İçiyle dışı arasındaki mesafeyi en aza indiren nadir yazarlardan, insanlardandır.

Tanpınar bahsiyle ilgili bugüne kadar okuduğum anılar içinde onun portresini en az kelimeyle en yakıcı ve ufuk açıcı bir şekilde tecessüm ettirenlerin başında talebesi, asistanı, meslektaşı Mehmet Kaplan gelir.

“Hamdi Bey huylarını ‘humour’ mevzuu yapmak kudretini haiz bir adamdır. Bir gün Türkiyat’ta yine uykusuzluğundan, rüzgârlardan, yukarısından tepinen komşulardan, hararetinden bahsediyor, nükteler, komiklikler yapıyordu. Gençlerden biri: ‘Kendinizle çok alâkadar oluyorsunuz.’ dedi. Hamdi Bey, daima olduğu üzere derhal komiği buldu: ‘Daha enteresan bir mevzu bulun da onun üzerinde konuşalım.’…”[1]

‘Homour’u neşeli olma hâlini de kapsayan mizah/ironi olarak düşündüğümüzde hocasını tek kelimeye sığdırır aslında Kaplan. Peşinden gelen ikinci cümle, Tanpınar denen kişinin gerçek hayattaki duruşunun -maddî ve manevî anlamda- özeti olur. Sohbetlerinde yanında bulunanlar yaş ve konumları ne olursa olsun onunla mükâlemeye girebilirler. Ve böylesi ortamlarda Tanpınar’ın eleştirel/ince zekâsından herkes nasibini alır. Buna yazarın kendisi de dahildir. “Enteresan” ifadesinin geçtiği cümlecik, öz çekim yapan Tanpınar’ın deklanşöre dokunduğu ânı betimler.

Bir sanatçı için yazının sıfır noktası kendi benidir de ondan.

Mîna Urgan, meslektaşı Tanpınar’dan bahsederken Kaplan Hoca’yla sözleşmiş gibidir. Ona göre de Tanpınar’ın mizah duygusu çok gelişmiştir. O hâlde Urgan’ın aşağıda anlatacaklarını bir yere kadar birer mizah unsuru olarak görmek doğru olacaktır. Ne dersin Urgan? Kadın dırdırının içine hangi kadınlar girer, hangi kadınlar girmez? Güzellik dedin, kime göre güzel, kime göre değil? Hatta kime göre iyi kâğıt, kime göre kötü kâğıt?

“… ‘Ben kadın dırdırı dinlememek için bekâr kaldım.’ dedi. Mizah duygusu çok gelişmişti. Bacağını kırdığında ziyaretine gelen öğrencilerine, ‘Söyleyin bakalım hanginizin âhı tuttu?’ diye sataşıyordu.

Bazı imtihanlara beraber giriyorduk onunla. Bir keresinde iki kız girdi sınava. Biri güzeldi, biri çirkin. Güzel olan soruları çirkinden daha iyi cevapladı. Ama Hamdi güzel olanı geçirmedi, çirkin olanı geçirdi. Ben dayanamayıp güzel kızı niye geçirmediğini sordum ona. ‘Çirkin olanı bir yıl daha görmeye dayanamam ama güzel olanı hem daha çok görürüm hem o dersini daha da iyi öğrenir.’ dedi.”[2]

Sıra ‘Tahsin Yücel’li anıda.

“Ötegeçe”li Tahsin Yücel benim için her şeyden önce Zeynep’in dedesidir. Nereden çıktı bu Zeynep ve dedelik bahsi diyorsanız buyurun:

“Bakarsın, benim öyküler, romanlar, denemeler, incelemeler de kuşkularım ve çelişkilerim olarak kalır ve sorgu meleklerinin karşısına yalnızca Zeynep’in dedesi olarak çıkarım.”

Zeynep’in dedesinin, yaş almanın ve ölümün ayak seslerinin dünyayı doldurduğu bir yaşta söylediklerinden sonra, asistanlık yıllarına dönelim. Merkezinde Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bulunduğu bu anı, Tanpınar çalışmalarının kara kutusunu akla getiren isimleri içinde barındırır. Hamdi Bey’in, genç bir araştırma görevlisi karşısında takındığı tavır “Tanpınarca”dır. Hem de tebessüm ettirecek cinsten. Genç Tahsin de az değildir hani, tuttuğunu koparmasını bilen:

“1961’de, Edebiyat Fakültesi’nde asistan olarak göreve başlamamdan sonra, daha sık görmeye başladım onu. Hocalarım, Süheyla Bayrav’ın, Nesterin Dirvana’nın, Adnan Benk’in yakın dostuydu, sık sık bizim bölüme uğrardı. Bir gün, elinde birkaç Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle geldi, uzun sunuşlarla imzalayıp verdi dostlarına. Yanıbaşında dikiliyordum.

‘Hocam bana yok mu?’ diye sordum.

Rahatsız olmuş gibi görünmedi.

‘Kusura bakma, Remzi ne cimri adamdır, bilirsin; elinden kitap alamıyorum ki.’ dedi.

Şeytan dürttü.

‘Yazık, ben de Varlık’a bir yazı yazacaktım.’ dedim.

Ahmet Hamdi Bey kolumdan tuttuğu gibi Türkoloji Bölümü’ndeki odasına götürdü beni. Bir dolap açtı, burada üst üste, yan yana dizili yetmiş seksen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden birini çekti, adıma imzalayıp verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, kitap üzerine bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Yazık ki aradan iki hafta bile geçmeden Ahmet Hamdi Bey öldü; yazıyı yazdım, ama bir borcu yerine getirmekten çok, içten bir hayranlığı dile getirdim sanırım.”[3]

 Ve sıra Erzurum’da.

Üniversiteden mezun olan Tanpınar’ın (1923) ilk görev yeri Erzurum’dur. Şehre önce Balkan harbi yıllarında çocuk denecek yaşta ailece, 1923’te öğretmenlik yapmak için, son olarak da II. Dünya Savaşı’nın son yıllarında, yataklı bir vagonda, üç defa gelen Tanpınar’ın bizi bu yazıda ilgilendiren seyahati ikincisidir. Yaşanan deprem felâketi nedeniyle şehre gelen Atatürk’le görüşme fırsatı yakalayan, yine bu günlerde rast geldiği Tahsin adında bir Erzurumlunun hikâyesini yazan yazarın buradaki ilk günlerini merak ediyorsunuz, buyurun size o günlerden bir fotoğraf:

“Daha yeni mezun olmuş Erzurum Lisesi edebiyat muallimliğine tayin edilmişti. Uzun bir yolculuktan sonra bitkin, Lise müdürünün odasında koltuğa çöktüğü zaman, müdür Cevat Dursunoğlu şöyle sormuştu:

-Ne düşünüyorsunuz Hamdi Bey?

-Tekaütlüğüm ne zaman gelecek diye düşünüyorum.

Hayat yükü ve beden bitkinliği çatışmasının acılığını bundan tatlı ifade etmek mümkün mü? Dursunoğlu, Hamdi’ye o dakika âşık olmuştu. ”[4]

Üniversiteden ve Dergâh (1921-1923) yıllarından dostu olan Hasan Ali Yücel’in kızı, Can Yücel’in ikiz kardeşi Canan Yücel Eronat (1926-2013) Hamdi amcasıyla ilgili bir başka pencere açar bize. Beş Şehir’de “Bir ağacın ölümü, büyük bir mimarî eserin kaybı gibi bir şeydir.” Diyen daha 1940’lı yılların başında eko-eleştirinin, çevre bilincinin ateşini yakan Tanpınar’ın bu hassasiyetini anlattıklarıyla teyit eder Eronat:

“Karşı evin bahçesindeki, dostu incir ağacını kesmelerini bir türlü bağışlamamıştı.

Sevdiği ağaçlar, semtler, yapılar, resimler, müzik, onun insanlar kadar dostlarıydı. Vefalı Tanpınar, sırası, mevsimi geldi mi onların da hallerini hatırlarını sorardı.

Kimi ağaçları elinde büyüttüğü evladı gibi özlerdi. Surlardaki Küçük Manavkadı Camisi’nin yıkık duvarlarından sarkan erguvan bunlardan biri. Erguvanlar çiçeklenince mürüvvet görmeye giderdi.

Onu bir keresinde Kanlıca İskelesi’nin bitişiğindeki kahvede hasır sandalyeye yumulmuş, pembe yoğurt yiyip dalga sefası yaparken yakaladık.

Başla bir gün Emirgân’da Çınardibi Kahvesi’nde Yûşa Tepesi’ni ve batan güneşin Anadolu yakasının pencerelerini tutuşturduğunu seyrederken bulduk.”[5]

Tanpınar’ın günlüklerinden iki alıntıyla yazıyı toparlamaya çalışalım. Bunlardan ilki, “olsaydı” temennisine yaslanır: “Bir oğlum olsaydı, iki dil, felsefe ve riyaziye öğretseydim! En kuvvetli liseyi bitirtseydim.”[6] İkincisi “zamansız ölmek ve yarım kalmak/bırakmak” duygusuna gönderme yapar: “Gece yarısı öksürükle uyandım ve ilk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. Hiçbir şeyi bitirmeden ölmek istemiyorum. O kadar eser ve kullanmadığım o kadar kelime varken.”[7]

Tanpınar’ın musiki ve şiirle birlikte Batıyla boy ölçüşebilecek sanat dalları arasında saydığı mimarî bahsiyle (mimarlarla) ilgili bir paragrafında sıra. Bu son iktibas -camisinden çeşmesine kadar- bütün tarihî eserlerin duvarına asılmalı bence. Bu yeter mi, hayır! Çocuk yaştan itibaren bu topraklarda doğan herkesin zihnine/gönlüne/kalbine nakış nakış işlenmeli bir de! Abarttığımı düşünenler lütfen aşağıdaki cümleleri okusunlar:

“… Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilâhî nispet sezişiyle duayı zekânın bir tebessümü hâline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telâşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla, îmanla, karış karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.

Onlar İstanbul’u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim?”[8]

 

Koyu harflerle alıntıladığım cümleleri ne olur bir kere daha okuyun.

Hatta mümkünde bu Türkçeye şapka çıkarın.

Ey kalbim, gel de küçük kusurları için Tanpınar’ı eleştir.

İnsan kusurlarıyla vardır abiler.

Ne diyor şiirin Uyar’ı; “Efendimiz acemilik.”

Bendeki sevginin Batum’a kadar yolu var hemşehrim.

Herkes bilmez, biz vatan muhabbetini vatansızlıktan öğrendik.

Yattığın yerde rahat et.

Türkçe kadar uzun ömrün olsun.
[1] Mehmet Kaplan, “Hamdi Bey’i Nasıl Tanıdım”, Bir Gül Bu Karanlıklarda -Tanpınar Üzerine Yazılar-, Hazırlayanlar: Abdullah Uçman/Handan İnci, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2002, s. 417.
[2] Mîna Urgan, “Kadın Dırdırı Dinlememek İçin Bekâr Kaldım”, Kitap-lık, Sayı: 40, Mart-Nisan 2000, s. VII-VIII.
[3] Tahsin Yücel, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda -Tanpınar Üzerine Yazılar-, Hazırlayanlar: Abdullah Uçman/Handan İnci, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2002, s. 124.
[4] Hilmi Ziya Ülken, “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Bir Gül Bu Karanlıklarda -Tanpınar Üzerine Yazılar-, Hazırlayanlar: Abdullah Uçman/Handan İnci, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2002, s. 120.
[5] Canan Yücel Eronat, “Dost Ahmet Hamdi Tanpınar”, Kitap-lık, Sayı: 40, Mart-Nisan 2000.
[6] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Hazırlayanlar: İnci Enginün-Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 200.
[7] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Hazırlayanlar: İnci Enginün-Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 287.
[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, TTK Basımevi, Ankara 1960, s. 208.

reklam

YORUM ALANI

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.