

DEPREM ÇOCUKLARI
6 Şubat 2023 sabahına bugüne kadar bu topraklarda yaşanan en büyük felaketlerden biriyle uyandık. Merkez üssü Kahramanmaraş (Pazarcık-Elbistan) ve Gaziantep’te (Nurdağı-İslahiye) bulunan bu deprem çevre illerin hemen hepsinde hissedildi.
Başta Hatay, Malatya, Adıyaman, Osmaniye, Adana, Şanlıurfa, Diyarbakır, Kilis, Elazığ olmak üzere birçok ilde yıkıcı bir etki yapan bu depremde kırk binden fazla insanımız enkaz altında kalarak can verdi. Yüz bine yakın vatandaşımız yaralandı ve ülkenin değişik yerlerindeki hastanelere kaldırıldı.
Adapazarı’nda doğan, büyüyen (veya depreme burada yakalananlar) 17 Ağustos 1999’da (Gölcük-İzmit-Adapazarı’nda) ardından 12 Kasım 1999’da (Düzce’de) meydana gelen depremleri yaşayanlar bundan yirmi dört yıl önce tanık olduklarını bir kere daha hatırladılar. Acılar, korkular, travmalar bir kere daha yenilendi.
Ben de bu acıları yaşayanlardan biriyim. 17 Ağustos depreminden sonra uzun süre kapalı mekânlara giremedim ve bu kadar zaman geçtiği hâlde korkularımı hâlâ tam olarak yenemedim. Bundan dolayı bu afete maruz kalanları anlıyor, onların acılarını, üzüntülerini, kaygılarını bütün samimiyetimle paylaşıyorum.
Depremde ölenlere rahmet, yakınlarını kaybedenlere (ve Türk milletine) başsağlığı diliyorum. Allah bize böylesine kötü günleri bir daha yaşatmasın.
Adapazarı ve çevre illerde yaşayan 1999 depremini tecrübe eden herkes az çok deprem uzmanı sayılır. Depremin insanı ne kadar zamansız, hazırlıksız yakaladığını, çaresiz bıraktığını yaşayarak öğrenmekten gelen tecrübedir bu. Ben de defalarca maruz kalarak depremi öğrenenlerdenim. Zelzele bahsiyle ilgili onlarca yazı yazdım.
Bire bir tanık olduğum acılardan, geçmişte yaşanan depremlerle ilgili okuduklarımdan yola çıkarak birçok makale ve deneme kaleme aldım. Tek amacım depremin bütün canlıları tehdit eden sinsi tarafını insanlara fark ettirebilmekti. Onları uyarmak ve uyandırmaktı.
Bırakın başarılı olmayı, bazı şeyleri kendime bile anlatıp anlatamadığımdan emin değilim. Dar penceremden dışarıya baktığımda görüyorum ki yaşanan acılar, bir sonrakine hazırlık olarak düşünülebilecek tedbirleri almaya, geçmişin birikimlerinden yararlanarak yapılan yanlışlardan ders çıkarmaya, bilimsel çalışmaların gereğini hayata geçirmeye bir türlü aracılık etmemiş, zemin hazırlayamamış.
Hep bir şeyler yarım hep bir şeyler eksik. Ve hep mazeretimiz var. Bu bahiste beni en çok üzen nokta, 1999 depreminde yazdığım bir yazıda geçen cümlede/temennide/öngörüde saklı. Hayal meyal hatırlıyorum, şuna benzer şeylerdi söylediklerim:
“17 Ağustos depremini yaşayan özellikle çocuklar ve gençler, bundan ders çıkaracak ve bu dersle sadece yeni yeni şehirler kurmakla kalmayacak yeni Türkiye’nin de temellerini atacaklar. Ben buna yürekten inanıyorum.”
Evet, kendim ve neslim adına bunu başaramadığımızı kabul ediyorum. Ama artık bu konuda bir kere daha kulaklarımızın ve kalbimizin üstüne yatma şansımız yok bunu da biliyorum.
Bu sefer millet devlet el ele, bilimin gösterdiği yolda yürümek ve davranmak zorundayız. Bu deprem felaketinde toplumun bütün kesimlerinin takdirini kazanan çocuklar, gençler daha güzel bir geleceği hak ediyorlar. Hem de sonuna kadar.
Büyük acılar, büyük felaketler bireylerin ve toplumların kırılma noktalarıdır. Bunlardan gerekli dersler çıkarılabilirse bugünün karanlığı geleceğin aydınlığıyla yer değiştirir, hem de kısa sürede. Çünkü olağanüstü olaylar bilinçdışında saklı ortak hasletleri, güzellikleri ortaya çıkarır ki bu aslında millet dediğimiz toplumsal organizmanın olmazsa olmazıdır. Böyle durumlarda bireyler kendilerinden çok milletlerini düşünürler.
Bencillikler rafa kaldırılır ve bunların yerini fedakârlıklar, paylaşımcı yaklaşımlar almaya başlar. Gönül birliği sağlandığı takdirde, birlikte yaşanan acılardan ve sıkıntılardan duygu ortaklığı olarak düşünebileceğimiz kardeşlikler doğar. Geçmişi olan bütün büyük milletler böyle sıkıntıların küllerinden doğmuştur.
Okuyun destanları ne demek istediğimi anlarsınız. Unutmadan söyleyeyim, her milletin destanı yoktur.
Sadi-i Şirâzî’nin de dediği gibi:
“Benî Âdem a’zâ-yı yek-dîgerend
Ki der-âferîneş zi-yek gevherend
Çu ‘uzvî be-derd-âvered rûzıgâr
Diger ‘uzvhâ-râ ne-mâned karâr
To k’ez-mihnet-i dîgerân bî-gamî
Ne-şâyed ki nâmet nehend âdemî”
(Bütün insanlar bir bedenin organları gibidir; çünkü yaradılışları bir mayadandır. Aynı cevherden yaratılmışlardır. Günün birinde vücuttaki organlardan birine bir sıkıntı gelirse öteki organlar bundan rahatsız olur. Eğer sen başkalarının dertleriyle, acılarıyla mustarip olmuyorsan insan adını almaya lâyık değilsin.)
Ağzımızdan çıkan her nefes nasıl bizden ve evrenin bütününden izler taşıyorsa (kelebek etkisi) ve yine aldığımız her nefesin nasıl bütün kainatla bağı varsa (içime çektiğim hava değil gökyüzüdür) her insan, insan olması yönüyle, bütün insanlarla duygu ve yazgı birlikteliği içindedir. Sadi’nin dediği gibi insan insanı tamamlar, “İnsan insanın uzvudur.” Yahya Kemal’in de sözü kanatlandırdığı veçhile ifade edelim: “İnsan insanın ufkudur.”
Bu bahiste zirve Galip Dede’nin olsa gerek:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
“Kendine saygıyla (hürmetle) yaklaş; çünkü sen yaratılmışların özü (göz bebeği) olan insansın.”
İşte bütün mesele Galip Dede’nin burada bahsettiği olgun/kâmil/empati yapabilen insan olabilmekte ve böyle insanların sayısını arttırabilmekte. Böyle insanlar veya böyle insanlardan oluşan toplumlar tasavvur edin, yaşanılır bir dünyanın hemen oracıkta oluşmaya başladığını göreceksiniz.
Anlayacağınız dünyanın da insanın da kurtuluşu insandan geçiyor, tam tersinde olduğu gibi. Galip Dede’nin bahsettiği insanlar ne demirden çalabilirler ne çimentodan ne cepten, keseden bir şeyler aşırabilirler ne yürekten, umuttan.
Kaç gündür aklımda “İnsan kısım kısım yer damar damar” dizesi var. Galip Dede’nin kastettiği “Kısım kısım insanlar” cân verirler dokundukları her şeye. Toprağa, havaya, suya, ölüye, diriye, eşyaya, binaya… İşte bu kısım insanlara ihtiyacımız var. “Yer damar damar” ifadesi aklıma önce fay hattını getiriyor, ne yalan söyleyeyim. Ama şöyle bir anlam daha var bu söyleyişte. Yer, yani toprak da çeşit çeşittir. Bazı yerler ekin ekmek içindir, bazı yerler temiz hava almak için, bazı yerler ev yapmak, bazı yerler yol açmak, bazı yerler sığınmak, bazı yerler kaleler inşa etmek içindir… Toprağın dilini bilmek/öğrenmek (ve toprağı tanımak) huzurlu, bolluk içinde ve güvende yaşamanın en kolay yoludur. Bunun piri Yunus Emre’dir.
Deprem çocuklar doğurur.
Depreme doğan çocuklar kendi kendine yetmek zorunda olan çocuklardır.
Bu çocukların kaderi büyüyememek, bodur kalmak, cılız kalmak, tohum kalmaktır.
Bazen öksüz, yetim; bazen kimsesiz, kimliksiz. Yalnızlığını yine kendi acılarıyla doldurur bu çocuklar.
İnsana, ışığa çıkmayan dehlizlere sıkışıp kalırlar. Son depremde ne çok çocuk hikâyesi dinledim, izledim, gördüm. Zamanla toplumsal travmaya dönüşecek bu sessizliğin eski bir âşinâsıyım.
Sessizliklerinden tanırım bu çocukları, bu toprakları.
(Şair Çocuk ve Allah diyor, doğru diyor. Biliyor ve inanıyorum ki Allah’a en yakın varlıklar çocuklar, kibre bulaşmayan, adaletsizliğe batmayan…)
Çocuk ve çocukluk derken fıtrattan, insan olmaktan, masum kalmaktan bahsediyorum. Saflığı ve berraklığı korumayı kastediyorum. Defoların insan kalbine ulaşamamasını bir de. O yüzden, çocuk derken yaşa değil, takınılan tavra, davranışa odaklanın derim. Çocuk, taze ve pirüpak kalmasıdır insan kalbinin. Bunun kavramsal karşılığı “kalb-i selîm” olmalı, yani özünü, yaradılıştaki masumluğunu kaybetmeyen kalp. [Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler (Bağdatlı Rûhî.)]
Sıra depremde yaşanan ve bu bahsi besleyen iki paylaşımda.
İlki:
“Haber: En büyük hayali Kabe’ye gitmek olan vatandaş biriktirdiği parasını gözyaşlarıyla depremzedelere bağışladı.
Habere verilen cevap: Müslüman değilim. Lâkin amcayı Kabe’ye göndermek isterim. Tutarı ne kadarsa ben ödeyeceğim. Lütfen tanıdıkları bana ulaşsın.” (Twitter’dan alınmıştır.)
İkincisi:
“Elli beş saat avucunu sıkmadan, uyumadan muhabbet kuşunu tutan çocuktan güveni, seksen sekiz saat sonra “önce kedimi kurtarın” diyen çocuktan adaleti, doksan saat sonra enkazdan çıkarılan ve uzatılan suyu “muayene olmadan içmem” diyen beş yaşındaki çocuktan bilimi, yetmiş sekiz saat enkazın altında kalan çocuğun “çıkamam, çıkarsam babam sıkışır” sözünden merhameti, altmış sekiz saat sonra çıkarılan çocuğun “annemin sesi kesildi önce ona bakın” demesinden vicdanı öğrenmeli insan.” (Yûsuf Özkan Özburun’dan alınmıştır.)
Öğrenmenin yaşı yoktur.
Yeri de zamanı da.
(Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu vardır.)
Bugün kürsüler çocukların.
Bu kürsüler göğün altına, toprağın zemin katına kurulmuş kürsüler.
(İnsanlara olan sadakatlerinden, sevgilerinden sonra bütün kedi ve köpekleri de çocuk ilan ediyorum. Hatta kuşları ve kuzuları da.)
Deprem çocukları ders vermeye devam ediyor.
Büyümüyorlar, büyümeyecekler.
Onlar cennete doğru yola çıktılar.
Çünkü büyümek kirlenmek demek dünyada.