Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Dayanç
Muharrem Dayanç

FİKİR HAREKETLERİ

Uzun süre görev yaptığım Eskişehir’de (ESOGÜ) öğrencilerin en sevdiği ve ilgi gösterdiği derslerimden biri Fikir Hareketleri’ydi. Tanzimat’tan, hatta Lâle Devri’nden günümüze doğru yapılan düşünsel bir yolculuk olarak da tasavvur edilebilecek bu dersi açıp açmama konusunda çok tereddüt ettim İstanbul’a (İMÜ) geldikten sonra, son kararım açmamak yönünde oldu.

Bu dersin iki temel amacı vardı zihnimin derinliklerinde. Bunlardan birincisi somut gerekçelerden, bilgi ve belgelerden, neden-sonuç ilişkisinden yola çıkarak düşünce dünyamızı sistematik/tematik bir şekilde inceleyip berrak hâle getirmek, ikincisi bütün bu birikimlerin, yaşanmışlıkların ışığında günümüz düşünce dünyasını doğru okumak/anlamak ve bunun için güncellenebilir ölçütler geliştirmek, çağı ve çağın gereklerini yakalamak. Elbette ağırlıklı olarak edebiyat ortak paydasında.

Temel bilgileri sistematik bir şekilde işlemenin yanı sıra zihinsel sorgulamalar da yapardık bu derste. “Ders içi ders” olarak da görülebilecek bu bölümlerde öğrencilerin görüşlerini, düşüncelerini ifade etmelerine imkân sağlanırdı. (Söylenen değil, söyleyen öğrencilerin artması içindi her şey.) Bugün hâlâ görüştüğüm, adını unutmadığım birçok öğrencim bu “ders içi dersler”in bana hediyesidir. [(Barış/lar, Berkant, Betül, Bilal, Hilal, Buse, Büşra, Canan, Ceren, Çiğdem, Dilek, Ebru, Elif, Emre, Eray, Ürün, Neslihan, Ahmet, Alper, Elçin, Faris, Aysel, Ayşe/Ayşegül/Ayşenur, Bahanur, Banu, Bekir, Berfu, Emel, Sevil, Demet, Selvinaz, Nilay, İlknur, Selda, Öznur, Nursena, Seda, Sıla, Eda, Sema, Erdal, Erol, Ezgi, Feyza, Figen, Funda, Gizem, Gülcan, Gülşah, Hacer, Halil, Halime, Hasan, Mehtap, Meltem, Merve, Mesut, Nazife, Ozan, Mehmet, Volkan, Nuray, Nurgül, Osman/lar, Rabia, Tuğba/Tuba, Ali, Zehra, Deniz, Sefa, Aysun, Duygu, Canip, Damla, Hatice, Sema, Hüseyin, Ramazan, Rukiye, Sedat, Sedef, Selen, Serap, Sevde, Süleyman, Sümeyye, Tülay, Tuna, Tuğçe, Tülin, Umut, Vildan/Vijdan, Yaşar, Yeşim, Yonca, Yunus, Yusuf, Zahide, Zübeyde, Çise, Ömer, Özge, Özlem, Öznur, İlyas, İpek, İrem, İrfan, Şadi, Şerife, Şermin, Şeyda, Seçil, Sibel, Simge, Yavuz Selim, İbrahim, Emine, Aydın, Faruk, Başak, Emrah, Şahin, Kübra, Yasemin, İsmail, Filiz, Aydan, Fatma, Eyüp, Arzu, Hande, Aybüke, Aynur, Gülden, Mustafa, Serpil, Nur, Murat, Hakan, Zeynep (Şimdi Amerika’da)… uzar gider bu liste.)] Tartışma konularımız, öğrencilerin ifadesiyle, dersi kaynatmanın aracı olmadı hiçbir zaman, hep işlenen konuların bütünlenmesine, olgunlaşmasına hizmet etti. Birkaç örnek verip ne demek istediğimizi daha anlaşılır hâle getirmekte yarar var.

(*Bölümünüz kapatılsa, hocalarınız emekli edilse, sizler evlerinize dönseniz bulunduğunuz şehir, ülke, hatta bilim dünyası bunu fark eder mi veya ne zaman fark eder?)

Soru, niçin varız, varlığımızın içinde bulunduğumuz ortamla/mekânla bağları ne derece sağlıklı, beraber yaşadığımız insanlara, canlılara bir yararımız/katkımız oluyor mu sorusunun basitleştirilmiş hâliydi aslında. (Sahi, varlığınızın farkında olmayanlar yokluğunuzu niçin hissetsinler ki!)

Sınıf şöyle bir çalkanır ve soruma birbirinden parlak onlarca cevap gelirdi. Bir süre sonra yanıtlar birbirine benzemeye başlardı. Kabul edilebilir şöyle bir sonuca her dakika biraz daha yaklaşırdık: “Özelden genele doğru gittikçe yokluğumuz daha az hissedilir veya hiç hissedilmez.”

Dersin yöneticisi olarak ontolojik sorgulamalara kapı aralayan ve aynı zamanda öğrencileri güdüleyeceğini, motive edeceğini düşündüğüm bir cümleyle bahsi toparlardım: “Varlığımızın çok da bir anlamının olmadığı, yokluğumuzun fark edilmediği bir yerde, şehirde, memlekette, dünyada niçin yaşıyoruz?”

 

Öğrenciler nezdinde bu kadar ilgi gören bu dersin kendine mahsus yazılı olmayan kuralları vardı. Bunlardan biri, öğrenciler arasında cinsiyet, mülkiyet, aidiyet, bölge, ırk, din, ten/saç/göz rengi gibi bahislerde ayrım gözetilmemesi, derse katılanların koşulsuz/sınırsız eşitlik ve söz hakkına sahip olmasıydı. Sınıftaki tartışmalarda/eleştirilerde dersin hocası olarak konuların düzenli işleyişini sağlama dışında bir ayrıcalığım yoktu. Saygı-sevgi ortamı oluşturma, sükuneti sağlama dışında bir otoritenin varlığını hep birlikte reddetmiştik genç arkadaşlarımla. Şimdi bu durumun soruya dönüşmüş hâlini yazayım:

(*Türkiye yerine başka bir ülkede doğmuş olsaydınız (İsrail, Rusya, Almanya, İngiltere, Somali, Etiyopya vb.) ırkınız, dininiz, memleketiniz, aileniz, âdetleriniz, beslenme şekliniz, ten renginiz… ne olurdu? Sahip olduklarınızla veya bu soru bağlamında başka bir coğrafyada dünyaya gözünüzü açtığınızı tasavvur ettiğinizde sahip olacaklarınız arasında bir benzerlik, yakınlık olur muydu, olsa ne kadar olurdu?)

Soru böylece uzayıp giderken sınıfa tam bir sessizliğin çöktüğü anı gözlemleyip temel mottolarımdan birini söylemek için fırsat kollardım. O an gelip çattığında şöyle derdim: “Doğuştan sahip olduğumuz hiçbir özellik diğerlerine karşı bizi üstün veya aşağı kılmaz. Bir kere daha altını çiziyorum, bu özellikler bizi daha üstün, anlamlı, değerli kılmayacağı gibi değersiz, eksik, noksan ve sıradan da yapmaz. Bu ilke, insan olmanın birinci ve en olmazsa olmaz kuralıdır. Doğuştan sahip olduklarımız elbette değerlidir, fakat bu derse gelirken bunların hepsini dışarıda bırakmanızı istiyorum, görece bütün ayrıcalıklarınızdan ve noksanlıklarınızdan arınmanızı yani. Sadece insan olarak, saf-insan olarak.”

Kurgunun son cümlesi yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi: “Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük saygısızlık onu yok saymaktır. Konuşurken dinlememek, onun saygın ve değerli bulduklarını küçümsemektir.”

 

Fikir Hareketleri dersinden o kadar çok örnek geliyor ki aklıma hangisini öne çıkaracağımı inanın bilemiyorum. Son örneğimiz “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” bahsi olsun o zaman, başka bir ifadeyle “kültürel sermaye-birikim” meselesi yani.

Kültürel sermaye daha doğmadan bizi beslemeye, onarmaya başlar ve farkında olmadan alışkanlıklar, yaşama ve davranma biçimleri kazandırır bize. Bu konuda dikkatlerimizi sivriltirsek görürüz ki bütün bunlar hücrelerimize kadar işlemiştir aslında. Yürümekten oturmaya, yemek yemekten dinlenmeye, derse giriş ve çıkış zamanından ders süresince takınılan tavra, kişisel beğenilerden toplumsal algılara kadar. Bu noktada hayatî bir başka soru gelirdi gündeme:

(*Türklerle Almanların on yıllığına yer değiştirdiğini düşünelim. Biz Almanya’ya gitsek Almanlar Türkiye’ye gelse bu durumdan ülkeler nasıl etkilenir? Ve bu süre sonucunda Türkiye’deki ile Almanya’daki değişimi şöyle bir zihninizde tartın, düşünün, bakalım ortaya nasıl bir tablo çıkacak?)

Burada tartışmalardan uzun uzun bahsedecek değilim ama hemen belirtmeliyim ki bu tartışma sonucunda herkesin kabul edeceği şuna yakın bir sonuç ortaya çıkardı: “Zamanla Türkiye Almanya’ya Almanya Türkiye’ye benzemeye başlar. Yani insan gittiği yere sadece bedeniyle, giyim kuşamıyla değil, aldığı eğitimle, bilgiyle-görgüyle, bakış açısıyla, zevkleriyle, alışkanlıklarıyla… gider. Bunları nitelikli ve olumlu anlamda geliştirmeden, değiştirmeden bir ülkenin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesi çok da kolay değildir.”

 

Bazen padişahlardan, devlet büyüklerinden bazen reformlardan bazen fermanlardan bazen tematik yaklaşımlardan hareketle işlediğimiz Fikir Hareketleri dersinde birçok anekdot anlatırdım. Bunlar dersin amacına ve içeriğine uygun olurdu, laf olsun diye anlatılmazdı. Bunlardan biriyle yazıyı toparlayalım, kaybettiklerimize hep birlikte hayıflanalım.

(İtiraf edeyim ki çok sevdiğim bu dersi bir gün böyle umuma açık bir platformda işleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Okurlarım bahtlı mı bahtsız mı bilemiyorum.)

Ve anekdot.

Kudüs fâtihi Selahaddin-i Eyyûbî ile İngiliz Kralı aslan yürekli Richard karşı karşıyadırlar, birbirlerine meydan okumakta, dolayısıyla arkalarında sıra sıra dizilen askerlerine mesaj vermektedirler. Önce Richard sahne alır ve koca bir çelik külçesi olan kılıcını çeker, kalın bir demir direği ortadan ikiye böler. (Yani, kabalık ve güç.)

Düz mantıkla hareket edilecek olsa Selahaddin-i Eyyûbî’nin daha büyük bir kılıçla daha kalın bir demiri ikiye bölmesi gerekmektedir ama o öyle yapmaz, narin ince kılıcını çeker ve havaya fırlattığı kumaşın altına tutar. Kendi ağırlığıyla salına salına düşen kumaş kılıca değdiğinde kendiliğinden ikiye bölünür. (Yani, incelik ve güç.)

Kaybettiğimiz, bugün en çok muhtacı olduğumuz “incelik” çık ve gel bir yerlerden hanemize, kalbimize, memleketimize.

Daha zarif, daha ince, daha anlamlı bir medeniyete mensup olduğunu söyleyenler, bu medeniyete uygun davranmak, konuşmak, yaşamak ve düşünmek zorundadır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.