Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

MEHMET ÂKİF OLMASAYDI NE OLURDU?

Yıllar önce ÖSYM’nin yaptığı

Yıllar önce ÖSYM’nin yaptığı sınavlardan birinde okuduğum bir paragraf beni sınavın kendisinden koparacak kadar etkilemişti. Metnin kime ait olduğunu hâlâ bulabilmiş değilim ama ne yapıp etmiş bu kısa paragrafı yanımdaki boş bir kâğıda aktarıvermiştim.

Kültürel mirasın bir milletin hayatında ve var oluşunda tuttuğu yere, bunların kaybedilmeden veya yıpranmadan, hırpalanmadan, zarar görmeden korunmasının önemine odaklanan cümleler şöyleydi:

“İtalya’da bulunan bir vakfın gazetelere verdiği ilânda Michelangelo’nun ünlü Davut heykelinin bacağı kopmuş, Pisa Kulesi yıkılmış, Roma’daki ünlü Colosseum harabeye dönmüş olarak gösteriliyordu. Halkı derinden etkileyen bu ilânların altında şunlar yazıyordu: ‘İtalya, bu kültürel miras olmasaydı ne yapardı?’ Bu ilânların ilk olumlu etkisi, 18. yüzyıldan kalma bir kilisedeki orgun onarımı için gereken paranın birkaç saat içinde toplanması ve hükümetin proje için kaynak aktardığını duyurması oldu.”

İtalya için verilmiş bu etkileyici, uyarıcı-uyandırıcı reklamdaki yer ve eser isimlerini bizdeki hemcinslerine uyarladığımızda bahsin ne kadar yakıcı olduğunu anlamak hiç de zor değildi. İsimlerini buraya yazmaya bile gönlümün el vermediği bu yerler-eserler olmadan var olabilir miydik? Veya ne kadar, nereye kadar var olabilirdik?

Sadece İstanbul, Bursa, Edirne, Konya, Sivas, Kayseri gibi şehirlerden hareketle bile bu şablonu tüm yakıcılığıyla zihnimizde canlandırmak mümkündü. Yalnızca İstanbul’da kaybettiklerimizden, tahrip ettiklerimizden, incittiklerimizden hareketle yüzlerce mersiye yazabilirdik.

Şaşırmayın dostlar, kaybedilen tarihe de yitirilen tarihî eserlere de mersiye yazılır. Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’de İstanbul’a yazdığı gibi… Ya bu şehirler dışında böyle bir sıralamada akla bile gelmeyecek yerlerdeki eserler, bulundukları yerlere varisi olduğumuz medeniyetin inceliğini nakşedenler, onlar ne olacak?

Mesela Sivrihisar’daki “Ulu Cami”, Adapazarı’ndaki “Orhan (Gazi) Cami”, Taraklı’daki “Yunus Paşa Cami”, Göynük’teki “Gazi Süleyman Paşa Cami”, Sapanca’daki “Rüstem Paşa Cami”, Geyve’deki “Süleyman Paşa Cami” ve “Elvan Bey İmareti”, Alifuatpaşa’daki “II. Beyazıt Köprüsü”, Adliye Köyü’ndeki “Karıncalı Dede Türbesi”, Erenler’deki “Sakar Baba Türbesi”… İnsan geçmişi ve tarihi olan bir varlıktır. Geçmişi olmayan milletler hafızasız ve vizyonsuz kalırlar.

Yukarıda İtalya’ya (İtalya’daki tarihî eserlere) uygulanan şablonu bu yazıda modernleşme dönemi Türk edebiyatçılarına uyarlamak istiyorum. Türk şiirinde/edebiyatında bir Ahmet Hâşim ürperişi olmasaydı, Türkçenin şafakları kızıl bir lisanla renklenmeseydi edebiyatımız ne kaybederdi? Deneme ve seyahat yazılarıyla Türkçeyi içten besleyen ırmak nereden doğardı?

Ya Yahya Kemal’siz tarih, Türkçe, şiir, edebiyat, İstanbul, Üsküp, Balkanlar, Paris? Dilin beyaz bir mermer saflığında, inceliğinde, sağlamlığında, güzelliğinde kurucusu, öncüsü yol açıcısı Yahya Kemal olmasa kim tutardı “Ezansız Semtler”in elinden, kim anlardı Süleymaniye’nin dilinden? Çamlıca’dan, Tepebaşı’ndan başlayan yol kurtuluşa Metristepe’ye nasıl çıkardı?

Ya Ahmet Hamdi Tanpınar olmasaydı? Edebiyat tarihçiliğinden hikâyeye, romandan şiire, denemeden eleştiriye Türk edebiyatının manzarası nasıl olurdu? Türkçenin bulutlar üstünde gezen serazat coşkusundan eser kalır mıydı? Kim düşürürdü “beş şehir” üstüne beş yıldırımı? Kim söylerdi Musul’un, Kerkük’ün, Antalya’nın türküsünü?

Daha yüzlerce sanatçı sıraya geçer Bağdatlı Hâşim’in, Üsküplü Yahya Kemal’in, Batumlu Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu Ahmet Hamdi’nin yanında. Ne çok muhacir kuş var Türk edebiyatında siz de biliyorsunuz ama ben konuyu Mehmet Âkif’e (1873-1936) getirmek istiyorum, Balkanlı Âkif’e…

Şimdi hep birlikte düşünelim Anadolu denizine Arnavutluk’tan (Bugünkü sınırlara göre Kosova’dan) karışan bu insanı Türk edebiyatından, kültüründen, tarihinden çıkarırsak ne olur?

Ne kaybederiz, neler buharlaşır, buğulanır? İnsan nereden başlayacağını bilemiyor. İster “İstiklâl Marşı”ndan başlayın ister “Çanakkale”den. İster “Leylâ”dan başlayın ister “Bülbül”den. İster “Fatih Kürsüsü”nden başlayın ister “Süleymaniye”den. İster “Âsım”dan başlayın ister “Köse İmam”dan… Ne yalan söyleyeyim ben Mehmet Âkif’siz bir Türk edebiyatı, tarihi, kültürü düşünemiyorum. “Millî Mücadele”ye manevî yönden kılavuzluk yapan, şehir şehir, kasaba kasaba, cami cami, kıraathane kıraathane dolaşıp halkı aydınlatan Âkif’siz Kurtuluş mücadelesi de düşünemiyorum.

Burada kültür/medeniyet coğrafyası bağlamında Âkif üzerinden yaşadığım, daha önce çokça yazdığım ve anlattığım bir örneği bilmeyenler, duymayanlar için bir kere daha anlatmak istiyorum:

“Seneler önceydi. Uluslararası bir sempozyumun ilk gününde uzun uzadıya Mehmet Âkif’i konuşmuş, aynı zamanda şairin Mısır’a gitmesini ve bu hadisenin arka planını tartışmıştık. Bir türlü eskimeyen bu konuyu, gerekli gereksiz gündeme getirmek, bir sonuca ulaşamadan öylece ortada bırakmak, kadim bir alışkanlığımızdı. Şaire mesafeli duranlar onu sevenlere, artık klişe haline gelen “Madem sizin bahsettiğiniz gibi örnek bir şahsiyetti, Mısır’a niçin gitti?” sorusunu sorarak psikolojik üstünlüğü ele geçirir; soruya muhatap olanlar çekingen davranır, sözü dolandırırlarsa konu Âkif’in aleyhine döner ve mesele bir kere daha çıkmaza saplanırdı.

Yine öyle olmuştu; Âkif sanık sandalyesindeydi, tartışma uzadıkça uzadı, ben de konuyla ilgili dilim döndüğünce bir şeyler söylemeye çalıştım. Bir süre sonra fark ettim ki kimse kimseyi dinlemiyor, sözü alanlar seslerini yükselterek karşıt görüşleri bastırmaya çalışıyorlar. Hâsılı birkaç oturum Mısır bahsinin gölgesinde kalmış, dolayısıyla katılımcıların tadı tuzu kaçmıştı.

Ertesi gün sabah kahvaltısını yaparken siması hiç de yabancı gelmeyen biri karşıma oturdu. Çok geçmeden kartvizitini önüme koydu ve “Ben, Mısır El-Ezher Üniversitesi’nden …” diyerek kendisini tanıttı. Lafı dolandırmadan konuya girdi: “Mehmet Âkif’in Mısır’a gitmesini niçin bu kadar hararetli ve ön yargılı bir dille tartışıyorsunuz?”

Yakın çevremden, Âkif’le ilgili bilimsel faaliyetlerde meslektaşlarımdan duymaya alışkın olduğum bu soru uluslararası nitelik kazanmış, hiç beklemediğim bir yer ve zamanda kahvaltı masasında bir kere daha karşıma çıkmıştı. Sahi, bu tartışmayı niçin bir sonuca bağlayamıyor, uzattıkça uzatıyorduk?

Soru bu kadarla kalmamış devam etmişti: “1920’lerin Osmanlısında İstanbul’dan Kahire’ye gitmenin, bugünün Türkiye’sinde İstanbul’dan Erzurum’a, Konya’ya, İzmir’e, Ankara’ya gitmekten farkı nedir? Kültürel ve duygusal bağların kopmadığı, aynı medeniyet dairesinin birer ferdi olduğumuzun hâlâ kabul gördüğü böyle bir zamanda Mehmet Âkif’in Mısır’a gitmesini, niçin bir ecnebi memlekete gitmek olarak yorumluyor ve eleştiriyorsunuz?”

Mısırlı dostum, dolaylı bir yoldan da olsa, gönül coğrafyasından bahsediyor, hadiseye sadece siyasî yönden bakanları anlamakta zorlandığını söylemeye çalışıyordu. Kökü bir hayli derinlere inen kardeşlikten, duygudaşlıktan dem vuruyordu. Bugünkü sınırların, dünya konjonktürünün bize dayattığı ötekileştirici kavramların henüz bireylere, toplumlara, hayata, uluslararası ilişkilere damgasını tam olarak vurmadığı zamanlardan bahsediyordu.

Bu beklemediğim durum/soru karşısında, ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Muhatabım haksız sayılmazdı. Ben anlayacağımı anlamış; geçmişte yaşananlara o günün penceresinden, yani kendi tarihselliği içinde bakmak gerektiğini fark etmiştim. Geçmişinde imparatorluk tecrübesi bulunan milletlerde dostlukların da düşmanlıkların da ne kadar köklü olabileceğini, bulunduğum durum ve ruh hâli bana bir kere daha göstermişti.”

 

Yazımızı Âkif’in bize en büyük hediyesi milletçe varlığımızın teminatı olan “İstiklâl Marşı” ile ilgili birkaç dikkatle toparlayalım.

*”İstiklâl Marşı” sadece estetik ölçüler gözetilerek kaleme alınmış bir metin değildir. Toplumsal bir ihtiyaca yönelik olarak yazılmış, milletçe yaşanan zorluklara tercüman olan, sesini aldığı millete özünü hatırlatan bir “millî mutabakat metni”dir. Yerine göre bir inancın, yerine göre bir ideolojinin, yerine göre bir idealin/ülkünün öne çıktığı ve gerektiğinde hem bireyleri hem toplumu bir bütün olarak harekete geçirebilen bir “manifesto”dur. Fakat bu marşı dünyadaki benzerlerinden ayıran en temel özellik şiir/dil/yapı yönüyle de güçlü ve orijinal olmasıdır.

*“İstiklâl Marşı” savaş bittikten (veya savaş kazanıldıktan) toplum ve kurumlar yavaş yavaş yerli yerine oturduktan sonra yazılmamıştır. Bu marşın yazıldığı ve kabul edildiği zaman dilimi (Aralık 1920-Mart 1921) “Millî Mücadele”nin devam ettiği, toplumun bütün kesimleriyle ateşten gömleği giydiği yıllara denk gelir. Bu metin, milletçe var olma mücadelesinin verildiği günlerde dille/Türkçeyle tahkim edilen bir başka cephe olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bu marşın “Korkma!” ifadesiyle başlaması zamansal/tarihsel bir zorunluluktur. Bu dizeler kelime kelime inşa edilirken Batılı devletlerin hâmiliğini yaptığı Yunanlılar Anadolu içlerini doğru yürümekte, Birinci İnönü Muharebesi ve iç isyanlar devam etmekteydi.

*“İstiklâl Marşı”nda bir kere bile “biz” ifadesi geçmez. Oysa bugüne kadar bu ifadenin/bu zamirin bize hep birliği, beraberliği, ortak paydaları öne çıkardığı anlatılmadı mı? Bir şairin “biz” zamirini tercih etmesi hep olumlu durum olarak yorumlanmadı mı? Bütün bunlar bir yere kadar doğruydu da. Acaba “biz” zamirinin kör noktası yok muydu? Bence vardı. “Bu işi mutlaka yapan birileri çıkar, benim yorulmama ne gerek var?” düşüncesi bireylerde zamanla sorumluluk bilincinin körelmesine neden olmamış mıydı? Yani, “biz” zamiri ancak şahsiyetli, özverili, bilinçli, çalışkan, sorumluluk bilinci gelişmiş “ben”lerden oluştuğunda bir anlam/değer taşımıyor muydu? Eğer bireyler bu özelliklere sahip değilse bunların oluşturduğu “biz” nasıl anlamlı ve değerli olabilirdi?

Mehmet Âkif’in bu marşta öne çıkardığı “ben”, “bencilliğe/gurura/kibre” vurgu yapmaz. Âkif’in “ben”i bir kişi kalana kadar, marştaki ifadesiyle “yurdumun üstünde tüten en son ocak yok olana kadar” hürriyetinden, vatanından, bayrağından vaz geçmeyen şahsiyetli insan tekine işaret eder.

*“İstiklâl Marşı” ‘kahraman ordumuza’ ithaf edilmiş, ordunun millî duygularına tercüman olacak, askere moral, şevk ve heyecan verecek bir metin oluşturulması isteği üzerine kaleme alınmıştır. Fakat bu durumun, bugünden bir bakışla militarizmle bir ilgisi yoktur. Çünkü “Millî Mücadele” Anadolu’nun hemen her yerinden, köyünden, kasabasından, vilayetinden gelen insanların oluşturduğu ordu ile verildi. Burada Türk ordusu milletin kendisidir.

İyi ki Anadolu denizine Balkanlardan, Kafkaslardan, bütün imparatorluk coğrafyasından ırmaklar aktı. Ve onlar bu toprakların türkülerine eşlik etti. Belki de bütün bunları içselleştirmeye başladığım için olacak son zamanlarda “İstiklâl Marşı”nın iki dizesi gönül terazimde bir başka yer kaplamaya başladı. Sadece bu iki dizeyi yorumlayan bir kitap yazmak isterim:

Cânı, cânânı bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.