20,8864$% 0.38
22,5027€% -0.21
26,1960£% -0.62
1.320,30%-0,14
2.217,00%-0,92
563006฿%0.61621
Hoş geldin Deniz Ali Özen-
Rahmetli annem ramazanı çok severdi.
Gözünün nuru, ömrünün bereketiydi bu ay.
Hele hele son günleri yaklaşınca gözleri dolu dolu olurdu
Onu karşılarken de uğurlarken de bütün günâhlarından arınırdı, bunu hissederdim.
Annemin ayıydı o.
Annem gittikten sonra daha mahzun geliyor artık evimize kalbimize ramazan.…
Bütün aylar içinde toplum ve insan hayatında en radikal değişikliğe sebep olan ay hiç kuşkusuz ramazandır.
Binlerce yıllık ritüelleriyle hayatımızı kökünden etkileyen ve yenileyen bu ayın büyük şehirlerde elbette farklı ve renkli görünümleri, alışkanlıkları, adetleri vardır fakat küçük yerlerde de (kasabalar, köyler) varlığını hissettirir ve düşünemeyeceğiniz kadar ilgi ve saygı görür bu ay.
Aylarca bir kenarda bekleyen yenilmeye, içilmeye kıyılamayan yiyecekler, içecekler sofralarda baş köşeye kurulmaya başlar. Her eve onlarca Tanrı misafiri ve davetli gelir. Sadece günler, akşamlar değil geceler de bu hareketlilikten, bereketten nasibini alır. Bu nedenle kışın ayrı güzeldir, baharda, yazda ayrı güzel.
Yarım asrı geçen ömrümde kendimi bildim bileli oruçla hemhâl olan, neşelenen ben geçen yıl yaşadığım rahatsızlıktan sonra bir süre oruç tutamayınca oruç tutamamanın hüznünü de tanımış oldum.
İnsan hayatındaki en içli, en derin kırılmalar biraz da yapmak isteyip de yapamadıklarımızdan kaynaklanmıyor mu? Sahurla iftar arasında sanki gizli bir el yüzüme bir ayna tuttu ve oruçsuzluğumu, hüznümü yüzüme vurdu. Sen, dedi, oruç tutamayanlara laf ederdin, nasılmış oruç tutamamak anladın mı, gördün mü, empati kurdun mı?
Bütün güzellikler, incelikler öyle değil midir, varlıklarıyla da yokluklarıyla da bizi terbiye etmezler mi, olgunlaştırmazlar mı, beslemezler mi? Ayrılıklar da sevdaya dahil değil mi? Öyle elbette.
Bu ramazan farklı bir şey yaptım ve neredeyse bir haftamı doğduğum köyde (Karaçam Köyü, Geyve) Canan ablamın dizinin dibinde, Hasan Hocam’ın gönül sıcaklığında geçirdim. (Köyden ayrılmadan bir gün önce “Fırtına Ali”miz doğdu ki onu bir başka “Uğur”lu yazıda anlatırım.)
Dinmeyen yağmurlarında ıslanıp yorulmayan rüzgârlarında kurulandım köyümün. Mahzuni Şerif’le bir olup dumanlı dağlarına, ıhlamur kokulu tepelerine türküler söyledim. Derelerinin boz bulanık akışıyla hasret giderip yeni yeni yeşillenmeye/filizlenmeye/çiçeklenmeye başlayan erik ve kiraz ağaçlarıyla konuştum.
Her biri kahramanım olan ablalarımla hasret giderdim, iftar yaptım, sahur yaptım (Ayşe, Asiye, Canan, Münevver, Meryem, Fatma. Nimet ablam biraz garip kaldı ama onun da gönlünü alırım umarım). Hayatın bana gülen yüzü olan çocukluk arkadaşlarımla da vaktimi ve iftar sofralarını paylaştım.
Bazı davetlere zaman ayıramadığım da oldu. Bu arada Tunatan Tesisleri’nin sahibi Adapazarı’nın gururu Tuna Tan dostumuzdan da iftar daveti aldım. Sağ olsun, var olsun. Bazı dostlarımın davete vakti bile olmadı benim yoğunluğum nedeniyle.
Akşamleyin ördüğü kazağı sabahleyin gün ışığında söken, günlerce bir sıra bile ilerleyemeyen Asiye ablama takıldım bol bol. O da her defasında Geyve’nin pek bilinmeyen kültürel sermayesiyle cevap verdi bana. Geyve insanı atasözleriyle, vecizelerle konuşur, bu nedenle az konuşur, öz konuşur.
Ablalarım annesizliğimin tesellileri.
Doydum mu onlara doyamadım elbette ama birçok yaşanmışlık birikti içimde Karaçam’dan Viyana’ya kadar. Bir zaman sonra onlar da cümle cümle, dize dize uç verecekler belki bir yerlerde, kim bilir.
1720’li yıllarda Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi ve yanındakilerin Parisli kadınların meraklı bakışları altında açtıkları iftarı, kıldıkları teravih namazını düşünürken (-ki bu teravih namazı, bilebildiğim kadarıyla yabancı kadınların huzurunda gösteriş için kılınmış ilk namazdır, inanmayanlar “Fransa Sefâretnâmesi”ne baksınlar-) telefonum çaldı. Arkadaşlar, sanki köyde cami kalmamış gibi, komşu köyde (Akçay Köyü, Sapanca) teravih namazı kılmaya davet ettiler beni ve Hasan Hocam’ı.
Teravih namazında köyümüzün damadı Eşref Kılıç da vardı. Adı gibi bir insan Eşref.
Bugüne kadar tanıdıklarım içinde en güzellerinden. Pırıl pırıl kalbi var, gökler gibi cömert, yalansız/riyâsız bir yürek, pehlivanlar gibi kuvvetli bir de. Hayatı dağda, kırda, ormanlarda geçen Eşref’imin kestanelerini yemeyen yoktur. Her adımı tehlike sinyali veren yamaçlarda/uçurumlarda yüzlerce kiloluk tomrukları sırtlayıp düzlüğe çıkarırken otuz üçlük tespih çeker gibi rahattır Eşref.
Çocukken fark edilebilseydi, genellikle kendilerini ilgilendirmeyen işlerle uğraşan yetkililer Eşref’e de zaman ayırabilselerdi, bugün bir dünya şampiyonundan, rekortmen bir sporcudan bahsediyor olacaktık belki de. Ne çok böyle değerini bulmamış dostum, arkadaşım var bizim köyde.
Benim gibilerin öğretmen olduğu yerde onlar uluslararası arenada ses getirirlerdi hiç kuşkusuz hem de hiç zorlanmadan. Hacı İlyas (İlyas Ölmez) onlardan biri. “Nasa”ya sokun, bir süre orada gözlemlerde bulunsun, uzay mekiği yapacak kadar kavrayıcı/sentezleyici zekâya sahip bir insandır benim gözümde. (Aselsan, TEE hâlâ geç kalmış sayılmaz.)
Kendisine tarif ettiğiniz bir inşaatı/yapıyı eksiklerini de gidererek, en yetkin mimarlardan daha kusursuz bir şekilde projeye dönüştürebilecek kadar maharetli bir hendesî ve mimarî kavrayıştan bahsediyorum dostlar. Ya bizim Erhan (Erhan Baltaoğlu). Çok az malzemeyle evin bir kenarına kurduğu sobayı kazan olarak kullanıp tüm odalara kalorifer tesisatı döşeyen ince bir fikirden bahsediyorum.
Bir kere gördüğünü yapabilecek kadar kavrayışı/anlayışı keskin, bozulan bütün araç-gereçleri, aletleri tamir edebilecek, onarabilecek kadar dikkat küpü bir göz ve beyin. Ya futbol teorisini Şenol Güneş’ten Fatih Terim’den daha iyi bilen “kalfa”mız. Biz kalfa deriz Metin Tuncer’e. Çocukluğumun en fiyakalı arabalarını “kalfa” yaptı. İster inanının ister inanmayın, freninden debriyajına, direksiyonundan lastikli tekerleğine kadar… İlimbey yolunda son model otomobilleri sollayan “kalfa” yapımı arabaları benim neslim hiç unutmaz.
Elbette emektar Düldül’ü de. Sado’dan bahsetmezsem vallahi küser, alıngandır. Sadettin Keskin, köyümüzün güzel seslilerinden, hızlı forvetlerindendi. Bir kaset çıkarabilseydi seksenlerde, doksanlarda, bugün bütün Türkiye, Arap ve Balkan coğrafyası onun yanık sesini dinliyor olacaktı, ama olmadı. O ses sadece askerde işine yaradı onun, benden aşırdığı “Asker Türküsü”nü okuyarak az Mehmetçik’in içine sıla ateşi düşürmedi bizim Sado.
(Buradan tüm yerel ve ulusal kanallara sesleniyorum, var mısınız bir Karaçam programı yapmaya?
Biz hazırız.)
Yine dönelim Eşref’e. Teravihi kıldıktan sonra önümüzdeki safta namaz kılan birini gösterdi işaret parmağıyla. Bir şey anlamadık tabii.
Zaten yabancısı olduğumuz bu köyde üç beş tanıdık dışında aşinası olduğumuz sima yoktu. Neden sonra, o her zamanki esprili hâliyle yanıma geldi “Deprem Amca” diye tanıttı kavruk yüzlü bir insanı bana, yine bir anlam veremedim Eşref’in bu takdimine. Bir süre sonra mesele aydınlandı.
Akçay’a Malatya’daki depremde her şeyini kaybeden bir aile gelir. Eşref, kendisine komşu olan bu Tanrı misafirini bir daha bırakır mı? Abey, dedi, sabah namazlarına beraber geliyoruz “Deprem Amca”yla. Kırk yıllık dostundan bahseder gibi anlatıyordu daha birkaç hafta önce tanıdığı bu insanı.
Eli olmuştu, gözü olmuştu, dili olmuştu onun. Devam etti: “Ben ona amca diyorum o bana abi diyor.” Milletçe yaşadığımız bu felâketin komşu köyümüz Akçay’a düşen gölgesi beni hem hüzünlendirdi hem mutlu etti hem de gururlandırdı. Eşref’in o sahiplenişi var ya, o içten sevişi…
Beni aldı bulutların üstüne fırlattı. Ben bu insanları bu milleti boş yere sevmiyorum arkadaş, dedim, içimden.
Sizi bilmem ama ben böyle küçük hikâyeleri hep sevdim.
Böyle hikâyelerin baş kahramanlarını da.
Ramazanını da öyle sevdim bu toprakların, arifesini de bayramını da.
Sonra ne yaptım biliyor musunuz?
Yazmaya başladığım, ilk paragrafını bitirdiğim yazıyı bıraktım bu haftalık sırayı Eşref’ime verdim.
Başlayıp bıraktığım yazıyı merak edenler olacak biliyorum, işte onlar için metnin bir kısmını aşağıya alıyorum. Merak etmeyenler için yazı burada bitti.
…
“Yolda kalmak için de yola devam etmek için de küçük bir bahane yeter.
Dünya bahanem ol benim.
Gülüşünle önümde dizeler açılsın, konuştuğunda kalbimin kapıları.
Sabahlarım sahibi ol, akşamlarımın rüyâsı.
Seni düşündüğümde ellerim ısınsın, gözlerim parlasın, dilim tutulsun.
Bir sır vererek başlayacağım yazıya.
Hatırlar mısın, maviyi çok sevdiğini söylemiştin bana bir gün.
İşte ben o günden beri bütün hayallerimi maviye boyuyorum.”
Seçmen listesinde bugün son gün.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.