Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Dayanç
Muharrem Dayanç

Muharrem Dayanç’ın Kaleminden (DİLİ DİLE DÖKMEK)

On beş yıla yakın bir süredir sosyal medyayı kullanıyorum.

Son günlerde yaşadığım tanıklıklar bu mecranın ne kadar etkili olduğunu bana gösteriyor.

Ne dostlar kazanmışım (tam tersi de olmuş olabilir) duyunca hem şaşırıyor hem mutlu oluyorum.

Bazen içimden gelenleri bazen okuduğum kitaplarda/metinlerde rastladığım özellikle dilin kullanımı bağlamında incelikler barındıran paragrafları/yaşanmışlıkları bu uygulamalarda paylaşıyorum.

Bu paylaşımlar, her sene paylaştığım tarih ve günde bir kere daha karşıma çıkıyor.

Bazen hatırlıyorum paylaştıklarımı bazen kendimden şüphe ediyorum “bunu ben mi yazdım” diye.

Karşıma çıkanlar içinde beni bir kere daha mutlu edenler olduğu gibi bir kere daha hüzünlendirenler de oluyor. Gerçek hayatta da öyle değil mi? Hatırlamak bazen yaşama sevincini tazelemek bazen gecenin koynunda teselli aramak değil mi?

(Gelecekte sosyal medya hesapları günümüzün dergileri, gazeteleri, kitapları gibi ele alınacak, birçok insanın/yazarın bu mecrada paylaştıklarından hareketle bilimsel çalışmalar yapılacak, bireysel ve toplumsal veriler çözümlenecek, bundan hiç şüphem yok. Anlayacağınız çocuklarımıza kullanıcı adı ve bunların şifrelerini miras olarak bırakacağız.)

Beni düzenli olarak takip eden dostlar için belki ikinci baskı olacak ama bu haftaki yazımı bu paylaşımlar üzerine kurmak istiyorum. Çetin Altan, Hasan Pulur, Hilmi Yavuz gibi duayen yazarlar severek okuduğunuz yazılar yayımlar, yazının sonuna bazen “bu yazı otuz beş sene önce yazıldı” gibi notlar düşerlerdi ya…

Biz de değişmeyen ülke gerçekleri ve insan davranışları karşısında kalakalırdık ya… Bunun bir benzeri olacak bu yazı, ama sizi temin ederim keyifli olacak.

 

 Birinci paylaşım:

İşte biz bu Türkçeyi kaybettik dostlarım.

Dil inceliktir her şeyden önce.

İnce bir sızı duymak, ince ince dokunmaktır yüreğine kelimelerin, biz bu dili kaybettik.

Aşağıda konuşan (“Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler”) Yusuf Ziya Ortaç.

Dostu Peyami Safa’yı adım adım ölüme götüren trajediyi anlatıyor.

Ne ince anlatıştır bu, vaktiniz yoktur biliyorum ama otuz saniyenizi ayırın, okuyun derim:

“Bir sabah yataktaydım. Karımla değişmez bir sabah keyfimiz vardır: Gazetelerimizi açıp okumak… Birden, onun çığlığıyla ürperdim.

-Aaaa… Peyami’nin oğlu ölmüş.

Elimdeki gazete, göğsüme bir kefen parçası gibi düştü.

Artık gidemezdim, artık kapısını çalamazdım, artık yüzüne bakamazdım onun… Merve’nin ölümünden çok Peyami’nin yaşaması korkutuyordu beni….

Ancak bir ay sonra, küçücük vücudunu kollarımın arasına alabildim: Göğsümde bir avuç kemik hıçkırıyordu!

Ayrılırken, Nebahat Hanım’la göz göze geldim: Hiçbir ağlayan göz, bu yaşları kurumuş anne gözü kadar acılarla dolu olamaz!

Kapıdan çıkarken avucumda sıktığım el, bir ölünün iskelet parmaklarıydı…”

Bir dostun acısı ancak bu kadar anlatılabilir hem gerçekçi hem içten hem yakıcı. İşte ben sözü büyük büyük laflara boğmayan yalın ve zengin bu dili özlüyorum, acıyı anlatırken bile ince ve edebi(n)ce…

 İkinci paylaşım:

Yusuf Ziya ile devam edelim.

Büyük şairler yetiştirmişiz, bununla iftihar edebiliriz.

Ama onları anlamaktan aciziz, ne kadar dövünsek az.

Dilin orijinal, alışılmışın dışında bir yapıya büründüğü, hayalle söyleyişin iç içe geçtiği, insanın estetik algısını kanatlandıran bir örnek vereyim:

“Bugün hayallerine, teşbihlerine biraz gülümsediğimiz ‘Elhân-ı Şitâ’ manzumesi Türk şiirinin o güne kadar duymadığı bir musikidir:

‘Ey uçarken düşüp ölen kelebek,

Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek!’

Bu iki mısra, uçarken düşüp ölen kelebek, bu meleklerin kanatlarından dökülen beyaz tüy nedir, biliyor musunuz?… Kar!..”

Biraz daha açalım.

Nedir bu manzarada anlatılan?

Önce kocaman bir kış hayali, sonra lapa lapa yağan kar imgesi…

‘Kar’ın kendisinin ve yağışının iki küçük dizeye sığdırıldığı böylesine içimizi ısıtan örneğe her zaman ve çok fazla rastlayamazsınız. Tadını çıkarın.

Cenap Şahabettin’in bu mısraları günlerdir gözümün önünden gitmiyor.

Sanat eseri okumaya zaman ayırmalı.

Şiir, öykü, deneme, roman, portre…

Bilimsel çalışmalar dilin bu canlı ve zengin tarafından bizi koparıyorsa bu işte bir yanlışlık var, der, susarım.

 Üçüncü paylaşım:

Bugün Tevfik Fikret’in yüz ellinci ölüm yıl dönümü (24 Aralık 1867).

Otuz yıldır kendisinden, hakkında yazılanlardan hareketle okumalar yaptığım Fikret konusunda sona yaklaştım dersem bana gülmeyiniz ne olur. İnanmayanlar aşağıdaki paylaşımımı okusunlar. Yine ikna olmazlarsa haberim olsun:

“ ‘Fikret tedrîcî bir intihar ile öldü.’ der İsmail Hikmet (Ertaylan), hocası için.

Bu ifade şu demek biraz da: İçinde bulunduğu dünya şairi yavaş yavaş zehirledi, ona kendi sonunu hazırladı.

En yakınındakilerden en uzağındakilere kadar herkesin onu zehirleyen bu havaya katkısı oldu.

Sonra ne mi oldu?

İkiye ayrıldık ve koro hâlinde bir kısmımız onu kahramanlaştırırken bir kısmımız itibarsızlaştırdı.

İkisi de değildi Tevfik Fikret.

Zaaf ve erdemleriyle bir insan, bir öğretmen, bir münevver, bir sanatçıydı o.

(Şairdi, nâsirdi, ressamdı, mimardı bir de.)

Bugün onun doğum günü.

(Fikret, 155 yaşında! Şairlerin sadece doğum günleri vardır.)

İsterim ki, bütün bu ön yargılardan sıyrılışımızın da ilk günü olsun bugün.

Fikret’i yargılamaya değil anlamaya başlamanın ilk günü.

Fikret’le, az da olsa empati kurmanın ilk günü.

Fikret’i içselleştirmenin de.

Ben mi?

Fikret’i anlayacak yastayım.”

Dördüncü paylaşım:

İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif (20 Aralık 1873-27 Aralık 1936) aralık ayının son on gününde doğar ve ölür. Dolayısıyla bu ay biraz da Âkif ayıdır benim gözümde, soğuk, acı, içli. Mithat Cemal’in anlattığı, hepimizin ezbere bildiği bir hatırayı burada bir kere daha tekrarlamak, şairi hayırla anmak isterim. Hem de sözünü tutmadığı hâlde kurum kurum kurulan / kasım kasım kasılanlara bir gönderme olur:

“Meşrutiyet’in ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif’in hazzetmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur… Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat… Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim: ‘Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş’a bir vapur işlemişti’. ‘Bu kadar mı?’ dedim. Tabiî ki bu kadardı. Ve tabiî ki Beşiktaş’tan Çapa’ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya da lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Akif de benim hayretime şaşıyordu:

-Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.

İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü…

-Akif, dedim; sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!

-Ben böyleyim! dedi.

-Ben de böyleyim! dedim.

Bu vakadan sonra ona söz vermeye korktum. Dediğim gibi onun gözünde ne karayel fırtınası ne diz boyu kar ‘mazeret-i meşrua’ değildi.”

 

 Beşinci paylaşım:

Aralık ayı ölüm ayıdır be dostlar, Oğuz Atay gibi, Selim Nüzhet gibi, Yakup Kadri gibi anne tarafından hemşehrim Necatigil de bu ayda (hatta hepsi ayın on üçünde) vefat etmiştir (13 Aralık 1979). Yine Hikmet Sami Türk gibi, Hasan Pulur gibi, Demir Özlü gibi onun vefalı öğrencilerinden olan Hilmi Yavuz’un hocasına (hocasının ailesine ve eserlerine) vefası Necatigil’in sağlığında da ölümünden sonra da hiç eksilmedi hatta artarak devam etti.

Allah böyle ince ve değerbilir öğrenciler versin bütün öğretmenlere.

Yazıyı Necatigil’le ilgili okumalarımdan bende en fazla iz bırakmış (içinde Hâşim ve Tanpınar’ın da olduğu) üç paragrafla bitirmek istiyorum.

Sözü Hilmi babaya bırakıp susuyorum:

“Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Hâşim üzerine yazdığı bir denemede, Hâşim’in hayatı ‘kasten daralttığından’ söz eder ve ‘Hâşim gözleriyle, galiba biraz da derisiyle yaşardı’ der.

‘Hayatı kasten darlaştırmak!’ Bu söz, sanırım, Ahmet Hâşim’den çok, Behçet Necatigil’i anlatıyor, onu betimliyor gibidir.

Gerçekten de öyledir. Necatigil, hayatını, belki de daha öğrencilik yıllarından beri, eviyle okulu arasına sıkıştırmış, sadece, çok sınırlı sayıda arkadaşları ya da dostları ile birlikte olmuş hayatını eviyle, -belki de daha doğru bir deyişle- odasıyla sınırlandırmıştır.

Necatigil’in odası, onun zaten iyice darlaştırılmış olan kamusal hayatına karşı, özel hayatının içine yerleştiği alanı belirler. Ve, tuhaf bir karşıtlık çıkar karşımıza: Dünya, yani Behçet Necatigil’in kamusal hayatının gerçekleştiği alan, olanca genişliğine ve insana sunduğu sınırsız yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine daraltılır ve öğretmenlik ya da öğrencilik ettiği okullarla ve bir iki kahve ya da içki evi ile sınırlanırken; oda, yani Behçet Necatigil’in özel hayatının gerçekleştiği alan, olanca darlığına ve insana sunduğu son derece sınırlı yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine genişletilir. Hiç abartmadan söyleyeyim; Necatigil’in odası, Dünya’dan büyüktür.”

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.