Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Muharrem Dayanç’ın Kaleminden ‘Necatigilce”

Bir insanın çocuklukta başına gelebilecek en büyük felâket annesiz kalmaktır. 

Bir insanın çocuklukta başına

NECATİGİLCE

    -Kırk üçüncü ölüm yıl dönümü münasebetiyle-

Hayat çizgisi

Bir insanın çocuklukta başına gelebilecek en büyük felâket annesiz kalmaktır.

Annesiz kalmaktan sonra bir çocuğun başına gelebilecek en büyük ikinci felâket üvey annenin eline kalmaktır.

Sonrasında başa gelebilecek en büyük felâket üvey annenin hasta ve özellikle psikolojik rahatsızlıklarının olmasıdır.

Bunlardan sonra en büyük felâket hamisiz kalan çocuğun uzun süre tedavi gerektiren ve vücutta iz bırakan bir hastalığa maruz kalması, hastalıkla tek başına başa çıkmaya çalışmasıdır.

Bütün bunlardan sonra bir insanın başına gelebilecek en büyük felâket hastalığın vücutta görünür olması, sevdiklerinin bu nedenle kendileriyle evlen/e/memesi veya kız tarafının bu izdivaca onay vermemesidir.

Bunların peşi sıra bir insanın yaşayabileceği en büyük felâket adaletsizliğe uğraması, asistan olmak onun hakkıyken yerine bir başkasının tercih edilmesidir.

(Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi hadisesinin uzun vadede Osmanlı’nın sonunu getirdiği iddia edilir. Adaletsizlik hem çürütür hem öldürür.)

Bir diğer en büyük felâket bir insanın ömür boyunca evinde yatalak hasta bakması, bu yüzden her neredeyse evine koşa koşa ve tedirgin bir ruh hâliyle gelmesidir.

Bir insanın ömrünün sonunda yaşayabileceği en büyük felâket ölümcül bir hastalığa maruz kalması, yani kanser olmasıdır.

Behçet Necatigil’in hayat çizgisi bundan daha kısa bir şekilde özetlenemezdi. Bu özetin alt başlıklarının hemen hepsinin ortak paydası “felâket”tir. Şairin “Dalila”da “Çocukluğumdan bugüne / Bir tipiye tutuldum.” demesi aslında her şeyi özetler. Çünkü “Çocuk anasız kaldı mı / İş işten geçmiş ola.”

Hakkında yapılan çalışmalardan (özellikle Nurullah Çetin’den) hareketle Necatigil denen bu içli masalın son perdesini birlikte dinleyelim.

Her şeyden önce titizdir, düzenlidir, çalışkandır veya başka bir söyleyişle içindeki çocuğu anılarıyla besleyen insandır Necatigil. Bu anılar genelde kötüdür, yakıcıdır, umut kırıcıdır.

Su fobisi olan insandır, bu nedenle iki haftada bir yıkanır, denize hemen hemen hiç girmez.

Yalnızlıktan hoşlanır. Dar mekânları tercih eder, evi dünyasıdır, odası dünyadan büyüktür. Utangaç ve sıkılgandır. Uyumlu, uzlaşmacı, hoşgörülü, mütevazı ve mutedildir. Fazla konuşmaz. Bencil değildir. Duygusaldır. Başkalarına yük olmayı sevmez. Tutumludur, israfı hoş görmez. Öğrencilik yıllarından beri sigaraya düşkündür. Yaşlandıkça kendisini toplumdan dışlanmış, tecrit edilmiş hisseder.

İstanbul’da özellikle Edirnekapı, Topkapı, Mevlânakapı, Silivrikapı, Sahilyolu gibi sur dışı bölgelerde, temizliğini sürdüren, sessizliğini koruyan yerlerde gezmeyi sever. Boğaziçi ve Adalar onun ilgi alanına girmez. Yalı, konak, köşk güzellemesi yapan tuzu kurulardan değildir.[1]

 Bir dil ustası

Türk ve dünya edebiyatını iyi derecede bilen bir okur ve araştırmacı olmakla birlikte başta Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Orhan Veli akımı olmak üzere birçok topluluktan, şair ve şiirden ses ve incelik devşiren Necatigil kendi şiir macerasının son çeyreğini “…

Nitekim bir on beş yıl kadar, duru, kolay anlaşılır bir şiir dili kullandım. Yaz Dönemi’nden, 1963’ten sonra ise şiirin farlarını kıstım biraz, karartma geceleri başladı az çok. Ama aydınlıkta da, yarı aydınlıkta da aynı eşyalar, aynı kişiler, aynı masa üstü ve aynı orta halli vatandaşın yaşama savaşları görülüyor, seçiliyordu.” şeklinde özetler. Bu değerlendirmede “şiirin farlarını kısmak”, “karartma geceleri” gibi kavramlaştırmalar akla Ece Ayhan gibi bu konudaki maharetli insanları getirir. Devamında kendi hayat çizgisini ve şiir anlayışını özetleyen “orta halli vatandaş” ibaresini de kullanır ki bu kullanım hem devri hem bugün için ziyadesiyle ufuk açıcıdır.

Bahsi İlhan Berk’ten bir örnekle, “şiirde kapalılık/açıklık” tartışmalarına bizce nokta koyan bir iktibasla, toparlayalım: “Bir şiirde karanlıklık, kapalılık, belirsizlik, bir neden sonucudur. Bir anlamı vardır. O yüzden, karanlık, belirsiz, kapalıdır. Söz konusu odur. Ne diyor Umberto Eco: ‘Diyelim ki ben bir film yapımcısıyım ve size bir sahnede karanlık bir şatonun içinde elinde tek bir mumla yürüyen bir karakteri görüntülüyorum. Siz gelip bana, ‘Bu sahneyi aydınlatmak için bir lamba kullanmayacak mısınız?’ diye soruyorsunuz.

Neden? Eğer ben karanlıkta çekilmesini istiyorsam, bunun nedeni, o karanlığın bir nedeni olmasındandır.’ Bütün büyük şairlerin karanlığı, kapalılığı, belirsizliği burdan gelmez mi? İyi bir şiir, direticiliğe, buyrukçuluğa, tek anlama her zaman kapalıdır. İyi bir şiir, bir yalvaç sözü gibi çok boyutlu ve bütün yorumlara açıktır. Bu yüzden çokanlamlılık her iyi şiirin kodudur. Kendini ordan gösterir. Çok sesli, çok renkli bir yerden geliyordur. Tüketime, harcanmaya gelmez, kapar kendini. Anlam yalnız sezilir, duyulur ancak. Bir kez değil birçok kez okunmaya açıktır…”

Ana güzergâhımızı bu şekilde belirledikten sonra “Necatigilce” söylemini bize ilhâm eden dizelerden, şiir bölümlerinden hareketle yazımıza devam edelim.

*Birden inen bulutla karardı yüzün

 Böyledir

 Biraz gülecek olsan vay sen misin gülen

 Hemen yetişir hüzün. (“Işığı Kesen Duvarlar”, Yenilik, Kasım 1954)

Necatigil şiirinin en bilinen bu dizelerinde ana izlek “hüzün”dür. Şiir öznesinin ruh hâli, birden inen kara bulutlarla havanın kararmasına benzer bir şekilde ani bir değişime uğrar. Hüzün duygusuyla havanın kararması arasında kurulan ilgi özgün bir betimlemeye kapı aralar. Öğrencisi Hilmi Yavuz’un;

hüzün ki en çok yakışandır bize

belki de en çok anladığımız, dizelerini de akla getiren bu kelimeler bütününün bana çağrıştırdığı bir diğer söyleyiş Abdülhak Hamit’in “Makber Mukaddimesi”nde geçer:

“Bazı kalplerde kederle sürûr birbirine cânişin olamaz. Kalp vardır ki, perverde ettiği hüznü, dünyanın olanca haz ve meserretleri izâle edemez. Gene de o hüzün hiçbir mesrûriyete mâni değildir. Bazı gönüllerde ise, hüzün ve meserret müctemi (birlikte) bulunur. Bir hüzünde safâ bulunması, bir tebessümün keder-engîz olması bundandır. Fakat yine kalp vardır ki, muhafaza ettiği kederi sevinç tezyîd eder. Benim kederim bu ekdârdandır.

Kederimin artması için sevinmek isterim. Bunu kimselere anlatamam. Bu hissin lisânı anlaşılmaktan berîdir. Sükût edelim.”

*Döner dünya boşa, rulette kumar

 Siz kaç kişiyle evlisiniz?

 Yetinmek artarsa onlardan, çocuklardan

 Yakınlar, tanıdıklar.. sonra siz (“Evlilik”, Türk Dili, 1 Ekim 1963)

Yeri ve zamanı gelince yaşanmışlıklardan uç veren sorular da şiire sızar, dizeleşir. “Siz kaç kişiyle evlisiniz?” sorusu tek başına şairin hayatını özetleyen anahtar ifadelerden biridir. Burada “evlilik” ifadesini “sorumluluk” hissiyle birlikte düşünürsek bu duygusal zemin bizi şairde öne çıkan “evli” yükümlülüklerin kapısına ulaştırır. Dünyayı evine sığdıran şairin yatalak kaynanasıyla birlikte eşi, çocukları, akrabaları (bu bahsin öncesi olmakla birlikte) dar bir iç mekâna sığmaya çalışırlar. Evden (iç mekândan) başlayan bu sorumluluklar ailenin diğer fertlerinden iş hayatına (dış dünyaya) doğru halka halka büyür.

Büyüyen sorumluluklarla birlikte bir soru da büyür şiir toprağının üstünde: “Siz kaç kişiyle evlisiniz?”

*Ben bugüne kaç kere –

Bıkmışım ölümlerden, ölmeyin benden önce. (“Termit”, Varlık, Mayıs 1976)

Necatigil ilk dizenin sonunda olduğu gibi (–) düşünce çizgisi kullanmayı sever. Daha çok Alman edebiyatında görülen bu uygulamayı bir şiir tekniğine dönüştürmüştür o. Bu çizginin kullanıldığı yerlerde şair, bilerek ve isteyerek anlam, hayal, imge, söyleyiş boşluğu bırakır ve bunu okurun tamamlamasını ister. “Bugüne kadar kaç kere –” ifadesinin sonundaki düşünce çizgisi “sayısını unuttum, o kadar çok ki” gibi anlamlar içerir, elbette bizce..

İkinci dize, yıllar önce yazdığım, iki yıl önce yaşadığım, anneli bir gerçeği yüzüme çarpar, beni derinden sarsar:

“Bu sevgi karşılıksız kalmayacak anne

Kök salacak dal verecek

Meyve sunacak gönüllere

Ve bir kalp durana kadar

Senin için atacak

Senin için çarpacak

Bu sevgi karşılıksız kalmayacak anne

Sanki yarın sabah ölecekmişim gibi

Tuhaf bir his var içimde

Ölmek mi hiç zor değil benim için

Ne olur benden önce ölme anne” (21.02.2002)

Annem artık cennet kuşu.

Susalım.

*Niçin ölümden bahsediyorsun

 Bu sevda nerden esti?

 Şairler yazmadan önce

 Kimse ölümü sevmezdi (“Gençken I”, İnsan, Şubat 1943)

İnsanı ölüm duygusuna alıştıran veya ölümü tahammül edilebilir bir olguya dönüştüren sanatçılar, özellikle şairler olmalı. Şiirin yumuşatıcı ve ruhu teskin edici dili devreye girmeseydi hayatın birçok kötülüğüne tahammül edemeyeceğimiz gibi ölümle kırılan dallarımızı kolay kolay onaramazdık. Ziya Osman’ın “Ölüler! Özlemez olur muyum dünyanızı / Aranıza karışmış annem var, babam var.” dizelerini de akıldan çıkarmamak lâzım bu bağlamda. Sevdiklerimizin orada bizi beklediği inancıdır bize ölümü munis gösteren. Yoksa nasıl tutunurdu insan hayata böylesine bir yıkımdan sonra?

*Bir gün gelir bu yollardan

 Şahit ister geçtiğime (“Gençken II”, Varlık, 15 Temmuz 1943)

“Kitaplarda Ölmek” şiirinde hayatı “Adı, soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez.” şeklinde özetler Necatigil. Üç beş kelimeye sığan bu süreç belki de en güzel şekilde “yol” metaforuyla açıklanabilir. Her adımına göz nuru, alın teri döktüğümüz bu çırpınmadan geriye ne kalacak hiç düşündünüz mü? Yunus boşuna sormuyor; “Hani bunun ilk sahibi?”

“Kalbimden en son geçen yolcu sensin.” sözleri düştü içime. Ateş olur bazen kelimeler.

*Biliyorum saâdet

 Bana dünyada gelmez,

 Ölümü bekliyorum. (“Kabul Günü”, Varlık, 1 Mayıs 1943)

Daha önce fark eden oldu mu bilmiyorum ama Necatigil’in, Ekrem’in “Seher”inde olduğu gibi, “Saâdet”li bir derdi var gibi geliyor bana. Orhan Veli’nin “Saâdetinden geçtik / Ümidine razıydık.”, Cahit Sıtkı’nın “Bir saâdet gibi hatırlıyorum / Yasemin kokusu ondan / Teneffüsü benden.”, Ziya Osman’ın “Bütün saâdetler mümkündür… / Şu kapının açılması / İçeri girivermen”, Melih Cevdet’in “Tanıdığım bir ağaç var / Etlik bağlarına yakın / Saâdetin adını bile duymamış / Tanrının işine bakın.”, İlhan Berk’in “Nerde o, saâdetlerine doyulmadık zamanlar / Bire bin veren çıldırası tarla.”, Victor Hugo’nun “Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? / Saâdet çalmak, hırsızlık olamaz mı?”, Özdemir Asaf’ın “Yanık şarkılar bile neşeli başlardı / İster istemez saâdet taşardı / Gamsız günlerimizden.” dediği saâdet.

Kulağımdan gitmeyen bir şarkıdır: Ayrılmalıyız artık / Gitmeliyim bu yerden / Saâdet diliyorum / Sana beyaz güllerden.

Onsuzluk ölüm olduğuna göre, saâdet ya sevgilidir ya anne. Dönülmeyen yere giden.

*Tohumları acının çocukluktan başlıyor. (“Kalırız”, Tarihsiz)

Birgün bir Necatigil kitabı yazarsam adı bu dize olacak. Şairin hayatının tam ortasında acı ve onun kalpteki aksi olan hüzün vardır. Bütün olumsuzlukların özünde çocukluk yılları. Yaşayamadığı çocukluk seneleri. Bir insanın sabır taşını çatlatacak kadar zor hem de. Yaşadığımız bütün travmaların çocukluğu işaret etmesi boşuna değil. “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” denmesi de öyle. Bu sözden yola çıkarak Necatigil için “annesiz” bir anayurt tahayyül etmek yanlış olmaz. Etrafını “merhametsizlik” ve “çaresizlik” duvarlarının çevirdiği.

*Şimdi hangi kitaplardan

 Öğreneceksiniz onu,

 Gelmiyorsa bazı şeyler

 Çocukluktan geçerek (“Küskün Yolcunun Türküsü”, Yeni Dergi, Ekim 1969)

*Hava mı aldığın, girdiğin deniz mi

 Geri geri ayaklar

 Ah, her şey çocukluktan gelmeli! (“Kaynar Kazan Temmuz”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 1976)

İçime en çok batan ifadelerden biridir: Sonradan görme… Devamını yazmayacağım.

“Karaşın” Anadolu çocukları, hangimiz sonradan görmedik ki! Denizi de, martıyı da, masayı da, metal bıçak, kaşık ve çatalı da, kösele ayakkabıyı da… Ayak uyduramıyorsak her şeyi çocukluktan getirenlere, bunun bir nedeni var diyor şair. Deniz’le, Boğaz’la, Adalar’la arasındaki duvarın nedenini açıklıyor… Hatta bazen geniş ve kalabalık caddelere, bulvarlara sığamaması da aynı nedene bağlı.

*Az daha büyümek herhâlde yoktu

 Yoktu çocukluğumda bana ninni söyleyen,

 Ben kendim söylerdim dokunmasalardı

 Kininlerle. (“Kininlerle”, Varlık, 15 Haziran 1957)

Ninnisiz büyümek annesiz büyümek demek. Yaban ellere bakmak demek. Hastalıklarla boğuşmak demek. Bir daha kapanmayacak merhamet özlemi demek. Yola korkak basmak, rüzgâra tutunamamak, suya sabuna dokunmaya korkmak demek. Annesiz kalmak sahipsiz kalmak demek koskocaman dünyada.

*Ölüm

 Kapanması bir evin. (“Yad Kapı”, Yeni Dergi, Ekim 1973)

Baba ölürse anne hem baba olur hem anne çocuğuna ama ya anne ölürse, ev kapanır, hayat durur. Yuva sıcaklığını kaybeder. “Kaçar herkesten / Durmaz bir yerde / Anne ölünce çocuk / Çocuk ölünce anne.”

*Kimlerin elinde, herkes benden biliyor

 Ne hoyrat kullanmışlar

 Sevincin sesi çıkmıyor. (“Daktilo”, Yeni Dergi, Mart 1965)

Öksüz sevinçler diyorum ben bu dizelere ve Birhan Keskin’den ödünçleyerek ekliyorum; “Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.” Necatigil’in “sen”i annesi elbette. Onun hayatında iki yaşındayken kısılan bu sesi, hiç kimse geri getirememiş, bu mahrumiyetten şiirler sızmış toprağın yüzüne. Senden bilenler yanılıyor Necatigil, sen masumsun.

*Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla

 Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları (“Açık”, Türk Dili, 1 Eylül 1964)

Gencin biri Kaya Bilgegil’e bir şiir okuyor. Çok beğeniyor Hoca. Tam odadan çıkacağı sırada soruyor “Bu şiir kimindi evlat?” “Benim!” diyor çocuk. “Beş para etmez o zaman.” diyor ve ekliyor, “bu dizelerde benim yaşımdaki bir insanın duyguları var.”

Ve bir nasihat daha peşinden; “Git ve kendi yaşının şiirlerini yaz.”

(Bu hatırayı Hanefi Yontar Hocam anlatmıştı. Allah ona rahmet eylesin, onu çok özledim.)

Her çağ kendi yazarını yetiştirir, her nesil kendi şiirini yazar, her topluluk kendi şarkısını söyler.

Şiir türü üzerinde sistem analizi yapan ilk şairlerden biri Necatigil. Ona göre şiirin madenine üç basamaktan inilir: Gurbet, hasret, hikmet… Ben buna bir de “hicret”i ekliyorum. Her türlü kötülükten, kibirden uzaklaşmak, insanlık katına varmak anlamında.

*Dinlenmelerim elimin altındaki işi değiştirmektir benim.

Bir Necatigil canlandırıyorum gözümde. Çeviri yapıyor, yoruluyor, yarım kalmış bir şiirine dönüyor sonra. Birkaç dizeyi tamir ediyor peşinden, günler önce başladığı radyo oyununa şöyle bir göz atıyor, yine yoruluyor. Eserler-yazarlar sözlüğüne yeni bir şair daha ekliyor, derken öğrencilerinden gelen bir mektubu hatırlıyor, hava almak bahanesiyle dışarıya çıkıyor, oturduğu kahvede tavla şakırtıları arasında içini döküyor çocuklarına… Dinlenmesi yapığı işin türünü değiştirmek onun, rüyaları da çalışmalarına dâhil anlayacağınız.

Bir âyet geliyor aklıma sözün bu noktasında: “Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul.”

Yüreğimin genişlediğini, rahatladığını hissediyorum.

Sonuç veya Necatigilce yazmak, yaşamak

“Necatigilce” demem boşuna değil.

Hem dili ustaca kullanması hem işlediği konuları “orta halli vatandaş”ın içinden seçip sokağın sesinden geçirmesi hem sürekli yenilediği hayal dünyası hem de öğrencileriyle kurduğu ömürlük dostluklar beni bu şaire her gün biraz daha yaklaştırıyor. Necatigil’i tanımak, okumak, sevmek beni onarıyor, besliyor sözün kısası.

(Bir de “Solgun bir gül oluyor dokununca.” dizesini çözebilsem.)

Bazı kelime ve kullanımlara ilk olarak onun şiirinde tanık oluruz. Dönemi ve bugün için birçok şiirsel incelik de onun diriltici nefesinden doğmuştur. Kelimelerle oynamayı sever, bunu yaparken dili incitmez-kırmaz, aksine zenginleştirir. Bir alır on verir başka bir söyleyişle. “Ekler” şiirinde söyledikleri bizi doğrular: “Biz sözleri eklerle yaratır, yok ederiz / Türer yeni yeni sözler eklerden. / Ektir sıfat yapar ismi / Fiil olur bir ekle bir yansıma / Ekten doğar bir isim aslında fiilken.”

Bütün şiirleri içinde beni en çok etkileyen ifadelerin başında “dar vakitler”, “geniş zamanlar”, “gizli bahçe” kullanımları gelir. O hâlde “Sevgilerde” şiiriyle yazımızı bitirelim, ama “kalbinizde”, “vakitlerde”, “telâşlarda”, “bahçenizde”, “gecelerde” kelimelerindeki “de” hâlinin şiire kattığı inceliğe dikkat ederek:

Sevgileri yarınlara bıraktınız

Çekingen, tutuk, saygılı.

Bütün yakınlarınız

Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi

Kalbinizi dolduran duygular

Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yılların telâşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde

Açan çiçekler vardı,

Gecelerde ve yalnız.

Vermeye az buldunuz

Yahut vakit olmadı. (Varlık, 1 Ekim 1955)

[1] Özet ve iktibaslar için bkz. (Nurullah Çetin, Behçet Necatigil Hayatı, Sanatı ve Eserleri, KBY, Ankara 1997, s. 3-30.)

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.