Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Dayanç
Muharrem Dayanç

Muharrem Dayanç’ın Kaleminden…

SENİN GİBİYDİM BENİM GİBİ OLACAKSIN

Senelerce önce bir yakınımın nişan törenine katılmıştım. Evin sahibi gün görmüş devran sürmüş hikmet sahibi bir beyefendiydi. Buyur edildiğimiz salonda hatırı sayılır bir kalabalığa tek tek “Hoş geldiniz!” demekle kalmadı, söylediklerimizden, tavırlarımızdan, görünümümüzden, yaşımızdan hareketle hepimizle ilgili incelik ve bilgelik kokan sözler de söyledi. Sıra yürümekte, konuşmakta, hatta rahat bir koltuğa oturmakta bile zorlanan cemiyetin en yaşlı misafirine gelmişti. “Bu yaşını-başını almış insanla ilgili ne söyleyebilir ki” düşüncesi geçerken içimden, neredeyse yirmi yıldır aklımdan çıkmayan kelimeler ağzından inciler gibi dökülmeye başladı. “Maşallah!” dedikten sonra “Bu yaşta ve bu hâlinizle cemiyetimize katılarak bizi ne kadar sevindirdiğinizi, mutlu ettiğinizi bilemezsiniz.” diye ekledi. Yaşlı misafir sözün arasına girip biraz ihtiyarlığından, hastalıklarından şikâyet edince “Öyle demeyin amcacım.” dedi ve devam etti; “Ne güzel, nefsin tuzaklarından kurtulmuşsunuz.”

O gün bugündür içime yük olan bir ifadedir bu “nefsin tuzaklarından kurtulmak.” Belli bir yaştan sonra hayatımın akışını belirleyen ölçüt sözlerden biridir de. Daha açık söyleyeyim, birkaç yıldır gözü tok, gönlü z/engin insanlara dört elle sarılmamın, dünyaya tapınanları hayatımdan çıkarmamın arkasında da bu ölçü var: “Nefsin tuzaklarından kurtulmak.”

Ne zaman gerçek veya kurmaca dünyada bir yaşlı insana/kahramana rastlasam aklıma gelen ilk ibare bu olur. Bütün yaşlılar bu tuzaktan kurtulamaz elbette, hatta bazıları daha derin kuyulara düşerler yaş aldıkça. Olsun, biz ışığı düşmeyenlere tutalım.

Bir ucu geçmişe bir ucu yaşlılığa uzanan düşünceler aklımda köşe kapmaca oynarken “yüksek lisans”taki beş öğrencime paylaştırdım Ahmet Hamdi Tanpınar’ın beş şehrini. Sonra büyük hocalar gibi yapıp “okusunlar da gelsinler bakalım ne anlayacak ne anlatacaklar” demedim, oturdum ben de okumaya başladım Beş Şehir’i. Sıraya uymadım ve İstanbul’u öne aldım, hayatımın her yaşında her ânında olduğu gibi. Daha önce okumamış gibi büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla okuduğum kitapta karşıma çıkan bir cümlede uzun bir mola verdim. Cümle şöyleydi: “N’olurdu, çocukluğumda tanıdığım o her şeyi bilen, bir kere öğrendiğini bir daha unutmayan meraklı ihtiyarlara benzeseydim!” Tanpınar gibi usta bir anlatıcının hem de yazılı bir metinde bu alışılmadık hayıflanması kalbime dert oldu. Her şeyden önce kendisinin de yaşlandığını ima ediyordu örtük bir dille de olsa. Erken yaşlarda tanıdığı, her şeyi bilen, unutmayan ihtiyarlara özendiğini söylediğine göre kendisinde yetersiz bulduğu yanlar vardı ve hafızasıyla barışık değildi. En dikkat çekici nokta “bir kere öğrendiklerini bir daha unutmamaları” olmalıydı bu yaşlıların. Çocukluğunu sözlü kültürün hâkim olduğu yıllarda geçiren Tanpınar, o dönemin ihtiyarlarını bilgili, konuşkan, cana yakın, meraklı insanlar olarak konumlandırıyordu. Peki, kimdi bunlar? Aklıma hemen büyükannesi (anneannesi) geliyor, çocuk yaşta kaybettiği annesi geliyor, babası geliyor, komşuları geliyor, hatta kendisinden ders aldığı hocaları geliyor. Tanpınar’ın hayatında yer tutan yaşlı insanları zihnimde canlandırmaya devam ederken şairin babasıyla ilgili söyledikleri gözüme çarpıyor bu sefer. Hem de içinde birçok göndermenin filiz verdiği cümleler hâlinde: “… İstanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için, hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi. Bu Müslüman adam, kadere yalnız İstanbul’dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi.”

Yazar İstanbul’a herkesin kendince farklı anlamlar yüklediğini örnekleriyle anlatırken önce yaşlı bir kadından bahseder. Bu hasta kadın için İstanbul “serin, berrak ve şifalı suların” şehridir. Sonra söz, ömür boyu mesafeli durduğu -hatta Antalya’da denizi ilk defa gördüğünde şaşıran, sevinen oğluna tokat atan- babaya gelir. (Birkaç ay önce, Kerkük’ten Antalya’ya gelirken yolda -Musul’da- eşini kaydeden baba, hane halkına gülmeyi yasaklar.) Bir insanın babasından yediği tokadı unutmaması, yıllar sonra hatırlaması, hatta bunu kayıt altına alması, içsel ve dilsel bir travmadır. İstanbul’da Şehzadebaşı’nda ikamet edip cenazesi Eyüp Camii’nden kaldırılan eski Antalya kadısı Batumlu Hüseyin Fikri Efendi için (ölümü, 4 Ocak 1934) bu şehir “hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin, hafızların” yaşadığı kutsal bir yerdir. “Cami”, “müezzin”, “hafız” üçlemesi ile bunlara duyulan muhabbet aklımıza mütedeyyin bir insanı getirir ki Tanpınar da bunu teyit eder. Babayla ilgili anahtar ifade “kadere yalnızca İstanbul’dan uzakta ölmek endişesiyle isyan etmek” olmalıdır. İstanbul’dan uzakta ölmek ve İstanbul dışına gömülmek korkusu altı çizilmesi gereken yerlerin başında gelir. İstanbul sevgisi ve bağlılığı, hatta İstanbul’da yaşamak kadar burada ölmek ve gömülmek arzusu birçok insan ve sanatçıda karşımıza çıkan bir durumdur. Şehre duyulan bağlılığa, tutkuya işaret eder. Bunun örneklerine gerçek hayatta olduğu gibi kurmaca metinlerde de sıkça rastlanır. Tanpınar’daki İstanbul sevgi, tutku, merak ve özellikle dikkatinin arkasında hem gerçek hayattaki babası Hüseyin Fikri Bey’in hem de kurmacadaki ustası (babası) Yahya Kemal’in etkisi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla konu Tanpınar ve İstanbul’sa bir yerden sonra bahis Yahya Kemal’e gelmek zorundadır. Çünkü o güne kadar sadece süslü ifadelerle, dizelerle köpürtülen bir şehre bütüncül bir gözle, algıyla, dikkatle bakıp evrensel anlamda hak ettiği değeri veren, edebî dil aracılığıyla onu yeniden inşa edip geleceğe taşıyan ilk insan Yahya Kemal’dir. İstanbul’a açılan bütün entelektüel yollarda Yahya Kemal’in emeği ve etkisi vardır.

Mevzu Yahya Kemal ve ihtiyarlığa gelince şairin 1940 yılında Akşam gazetesinde yayımladığı “Yol Düşüncesi” adlı şiirine hızlıca da olsa göz atmadan olmaz.

“Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım.
Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım
Bozulmuş, anlıyorum, çıktığım seyahatte.
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.
Mısır ve Suriye, pek genç iken, hayâlimdi;

O ülkelerde gezerken kayıtsızım şimdi.”

dizeleriyle başlayıp ihtiyarlığın itiraf ve ifşa edildiği şiirde bir yer var ki orası “nefsin tuzaklarından kurtulmak” ibaresi gibi zihnimden hiç çıkmaz:

Bu hâli, yaşta değil, başta farz eden bir zât
Diyordu: “İnsana çarmıhta haz verir îman!”
Dedim ki: “Hazreti İsâ da genç imiş o zaman.”

Özellikle son iki dizede “her şey zamanında güzeldir, anlamlıdır, değerlidir” demek istiyor şair. Seyahat etmeyi, bu yolla öğrenmeyi ve yazmayı bir hayat tarzı olarak benimseyen Yahya Kemal’in bu metinde gurbetten vatan coğrafyasına dönmesi, özellikle memleket dışında bilmek, görmek, gezmek, keşfetmek istediği yerlerden sarfınazar etmesi neye bağlanabilir, nasıl yorumlanabilir? Elbette içteki şevkin, merakın, heyecanın bitmesi olarak düşünülebilecek ihtiyarlığa veya yaşça kemâle erilmese bile bu duygunun insanın iç dünyasında hükümran olmaya başlamasına…

Türk edebiyatında “ihtiyar” kelimesi/bahsi daha çok ironik bir tavırla ve genelde tevriyeli bir dille kullanılır. Bu sözcüğü en çarpıcı şekilde kullanıp tüketen şair Ziya Paşa olmalı:

“Nevcivân sevmekte ben pîrânı ta’yîb eylemem

Hüsn olur kim seyrederken ihtiyâr elden gider”

(Ben, güzel sevmek konusunda yaşlıları ayıplamam. Öyle güzellikler vardır ki, onları seyrederken insanın iradesi, aklı, fikri elden gider. Hatta bazen “ihtiyar”lar bile…)

Her şeyin bir yaşı, yakışanı vardır diyen Ziya Paşa, nefsin tuzaklarına düşen ihtiyarlara mı gönderme yapıyor bilemedim.

Yazıyı bizim oralarda bilinen ve ihtiyarların gençlere daha çok takılmak için kullandıkları bir deyimle bitirmek isterim: “Senin gibiydim benim gibi olacaksın.”

Yaşlılık övgüsü yapmak gibi bir niyetim yok. Hele hele geçmişin eskimiş yöntemleriyle geleceğe gölge düşürmeyi hiç istemem. (Eskiden bir asır yüz seneydi, artık bir sene bile değil.) Bu şerhi düştükten sonra yukarıdaki deyimde “Ben senin neler yaşadığını biliyorum, senin geçtiğin yollardan geçtim ama sen benim yaşıma gelmeden beni ve yaşadıklarımı anlayamazsın…” anlamının öne çıktığını hemen belirteyim.

Bir nevi tecrübî bilginin önemini vurgulayan bir bakış bu. Tecrübî bilgi insanlığın -hangi yaşta, çağda, konumda olursa olsun- ortak malı ve mirası. Hem özlem duyulan hem de geride bırakılması gereken bir yanı var bu ortaklığın. Her yaşın her çağın imkân ve imkânsızlıkları kendine göredir de ondan. Gençken bir çırpıda yapılıp yaşlılıkta güç yettirilemeyenlerin insanda açtığı gedikleri düşünün mesela. (Ama bunun tersi de mümkün.) Ulaşamadıklarını yumuşatıcı dokunuşlarla kanayan yaraya dönüştürmemesi gerek insanın veya bedensel arazları ruhsal gıdalarla besleyerek onarması. Bir tahterevalli kurmak yani, yaşlılıkla-gençlik, geçmişle-gelecek arasında. İki tarafın da birbirini beslediği, onardığı, hatta uyardığı…

“Başkalarının hayatından ders alın. İnsan bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.” demesi de buna çıkıyor Tolstoy’un.

Başkaları, yani görmüş, geçirmiş, yaşamış, tecrübe etmiş, nefsin tuzağından kurtulmuşlar.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

avcılar escort antalya escort ataköy escort ataşehir escort avrupa yakası escort bahçelievler escort bahçeşehir escort bakırköy escort beşiktaş escort beylikdüzü escort bodrum escort bursa escort eskişehir escort etiler escort fatih escort gaziantep escort halkalı escort izmir escort izmit escort kadıköy escort kartal escort kayseri escort kocaeli escort konya escort kurtköy escort kuşadası escort maltepe escort mecidiyeköy escort mersin escort pendik escort samsun escort şirinevler escort şişli escort taksim escort ümraniye escort denizli escort diyarbakır escort istanbul escort nişantaşı escort

YASAL UYARI : Site içeriğinin kaynak ve link belirtilmeden yayınlanması yasaktır.