Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Muharrem Dayanç ; Niçin Biz Bir Defa Doğuyoruz?

NİÇİN BİZ BİR DEFA

NİÇİN BİZ BİR DEFA DOĞUYORUZ?

“Bir bahar günü doğdun sen

Baharın ta kendisi oldun sen”

(Sezai Karakoç)

İnsan, içinde ve dışında taşıdığı en ağır yükün kelimeler olduğunu anlayınca, dünyaya yeni bir gözle ve dikkatle bakma ihtiyacı hissediyor. Kalemle kâğıdın tedirginliği birbirine karışıyor.

Konuşmakla susmak, yazmakla sükût etmek de öyle. Kelimeler de soluyor renkler-yüzler gibi, anlamlar da buharlaşıyor denizler-gökler-maviler gibi. Öyle bir yere geliyorsunuz ki geçmişte yazılanlar kişisel tarihinizin diri ve yakıcı belgeleri olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

“Gurbet” ve “hasret” burcunun suya verilmesi bundan. “Hikmet” burcunun temel taşlarının tefekkürle ve tenevvürle örülmesi de. Bundan biraz da iki kelimeyi, kavramı, hayali, manzarayı, hatırayı birbirine yakıştırmak için günlerce uğraşmak. Başını alıp gitmeyi istemek de öyle rüyadan, İstanbul’dan, dünyadan… Yazmak, tedirgin ruhların cehennemi…

Böylesine bir cehennemi hayatının merkezine taşıyan yazarlar içinde ayrı bir yere koyduklarımdan biri, tabiatın binbir rengine, inceliğine fırçasını daldırarak şiirlerine, hatlarına, gravürlerine, heykellerine, el baskısı yazmalarına, mozaiklerine, tuvallerine cân veren Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975).

Bu sanatkârı okurken fazlalıklardan arınmış hikmet kokuları gelmeye başlar burnuma, doğayı, toplumu ve insanı dışarıda bırakmayan. Onun metinlerinde ve diğer çalışmalarında nasıl insanla tabiat yan yana yürürse hayalle gerçek, yerle gök, maviyle sarı, dünyayla öte âlem de el eledir; göz gözedir, gönül gönüledir.

Şairden örnekler vererek ne demek istediğimi biraz açayım. Tevafuka bakın ki zihnimde beliren iki örnek de Türk şiirinin mucizevî metinlerinden biri olan “Yaradana Mektuplar”dan.<![if !supportFootnotes]>[1]<![endif]> Metnin adı üstünde aslında. Yaradana mektup yazma kudretine, samimiyetine ve cesaretine sahip insanlar herhâlde öncelikle sanatçılar olmalı. Bu seçkin varlıklar meraklı çocuklar gibi öyle laflar eder, öyle sorular sorarlar ki merhamet ve azametin o tükenmez kaynağına, tek bir kelime edemez, olduğunuz yerde donakalırsınız.

Böyle zamanlarda kâğıt üzerindeki dizeler sonsuza kanat çırpan nehirler gibi kıvrım kıvrım akmaya başlar içinizde. Kendinizi bazen denizin ortasında yelkensiz, bazen bir tenha kuyuda merdivensiz, bazen karanfiller içinde kokusuz ve renksiz bulabilirsiniz. Bütün bunlara geride gizemler bırakmak da diyebiliriz; sorudan basamaklarla arşa çıkmak da.

Bedri Rahmi’den daha fazla metne gücüm de yetmez, müktesebatım da birikimim de. O yüzden gerisini sizin anlayışımıza bırakarak iki küçük örnekle yetiniyorum.

Birinci örnek:

“Biz ölen ağaçları yontup

Gemilerimize direk yapıyoruz

Bizim canlarımızı alan acep onlarla ne yapar?

Saksılarda hep aynı karanfiller açıyor Tanrım.

Niçin biz bir defa doğuyoruz?”

 

Elbette metne ve şairin dikkatlerine bir bütün olarak bakın ama ne olur son iki dizeyi bir kere daha okuyun.

Ben özellikle son dize derinliğinde çok soruyla karşılaştım bugüne kadar. Kırk yıldır bu soruyla ve onun peşinden zihnime üşüşen cevaplarla yaşıyorum. Her defasında şaire olan saygım ve sevgim artıyor. “Saksılarda aynı karanfiller (defalarca) açıyor, niçin biz bir defa doğuyoruz?” soru cümlesini/dizesini okuduktan sonra iç dünyamın kılıktan kılığa, şekilden şekile giren fotoğraflarını sizinle paylaşmak isterim:

Evrendeki her varlık defalarca doğar. Çocuklarından bir baba doğar mesela, acılarından bir kahraman, şiirlerinden bir şair, yazdıklarından bir yazar, çizdiklerinden bir karikatür/bir ressam, yonttuklarından bir heykeltıraş, düşündüklerinden bir filozof, kaderi bir kenara ayırarak söylemek gerekirse ihmallerden, afetlerden “ölüm” doğar. Her yaşanmışlıktan bir insan, her hastalıktan bir doktor, her nehirden bir köprü, her işlenmiş taştan bir Sinan, her güzellikten bir canan doğar. Her geceden bir gün, her yürekten bir merhamet, her adımdan bir gurbet, her sesten bir yalnızlık doğar.

Yunus dedem ötelerden ne güzel ses veriyor:

“Ölümden ne korkarsın

Korkma ebedî varsın…”

Peşinden ekliyor:

“Her dem yeniden doğarız

Bizden kim usanası…”

İnsan her ân yenileniyorsa dünyada tek kural vardır o da doğmak.

Noktayı Faruk Nafiz’le koyalım:

“Bir kavmi uykusundan uyandırır bu hâller

Doğar aç midelerden nur topu ihtilâller.”

İkinci örnek:

“Hüvelbaki diyerek el pençe divan duruyor,

Lâhid lâhid, servi servi, nöbet bekliyoruz.

Sık dokuyup ince eliyoruz

Şaka bertaraf

Ömürlerimizi birbirine ekleyip sana doğru geliyoruz.”

Eyüboğlu önce lahitten, mezar taşı yazılarından, mezarlıkların süsü servilerden yola çıkarak okuru “ölüm” düşüncesine hazırlar. Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından’ındaki “Dünyayı idam mahkûmlarıyla dolu bir zindana benzeten hâkim doğru düşünmüş. Hepimiz için âkıbet o meşûm şafak sökecek.” cümlelerini akla getiren ama olağanüstü bir imgeyle şiir tarihine geçen bir betimleme vardır metnin sonunda. İlk insandan (Hz. Âdem) son insana kadar bütün insanların ele ele tutuşarak Yaradan’ın karşısına çıkmak için yola koyulduklarını kafanızda canlandırın tüm ayrıntılarıyla.

Kervanların belki de en büyüğü, en muhteşemi, en şiirsel olanı tozu dumana katarak yürüyor. Kılavuzu Hz. Âdem olan bir kervan bu. “Ân”ların birbirine eklenmesi gibi insan ömürlerinin birbirini tamamlamasıyla oluşmuş sonsuzluk kervanı. Bir dizede bile olsa gelmiş geçmiş bütün insanları ele ele tutuşturarak birlikte yürütmek nasıl heyecan verici, ürpertici, yaratıcı, özgün bir hayaldir Tanrım. İmtidâd da diyebilirsiniz buna Yahya Kemal’den ilham alarak, süreklilik de, hatta bütün insanların kardeşliği de… (Hac yollarında meş’ale-i kârbân gibi / Erbâb-ı aşk içinde nümâyânsın ey gönül.)

Ne çok mısra çağrıştırır bu söyleyiş ne çok hayal. Tabii en başta “Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.” dizesi olmak üzere. “İnsanlar, hepinizi seviyorum! / İçinizde dostlarım, kardeşlerim var. / Ey şehir! Bütün hemşerilerim. / Bayramınız bayramım, kederiniz kederim. / Yoksullar, hastalar, zavallılar, / Sizler için gözlerimdeki pınar.” diyen şiirimizin Yunus Emre’si Ziya Osman’ı nasıl unuturum?

Böyle bir yazı burada bitmemeli, okurun içinde yara olmalı bu dizeler hem de doğurgan yara. Kırımlı Rahmî’nin diliyle “Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep / Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar” (Gece hem mutluluğa hem kedere gebedir. Gün doğmadan gecenin içinden neler doğar.) dedikten sonra Cemal Süreya ile şimdilik bir virgül koymanın tam zamanı, annesiz büyüyen başta Necatigil olmak üzere bütün şairler adına:

“Annem çok küçükken öldü

Beni öp, sonra doğur beni.”