Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Muharrem Dayanç’dan Köşe Yazısı ”RÜZGAR”

Hatıralarım fırtınalarla doludur benim, ortasından rüzgâr geçer çocukluğumun.

Hatıralarım fırtınalarla doludur benim,

RÜZGÂR

-Şiir dersini seçen son sınıf öğrencilerine-

Sizi bilmem ama ben rüzgârın kucağında büyüdüm.

Gün geldi beşiğim oldu rüzgâr, gün geldi beşimi sallayan el.

Havanın, mavinin ve sabahın sütüyle emzirdi beni. Dadım oldu, dağ tepe gezdirdi beni. Zaman oldu şaşırttı, gafil avladı, yerden yere çaldı, böyle günlerde canımdan bezdirdi beni. İliklerime kadar işledi esintisi, ürpertisi. Bunlarla birlikte (ve hepsinden önemlisi) insanın, hayatın, kâinatın sırrına erdirdi beni. Bir ömür, kulağıma fısıldadı tüm gizemleri, erdemleri.

Hatıralarım fırtınalarla doludur benim, ortasından rüzgâr geçer çocukluğumun.

Ahşap ve deprem artığı evimizin hemen her köşesinden rüzgâr sızardı. Farklı ses ve frekanslara bürünerek girerdi her eşikten, aralıktan, kapıdan, pencereden, bacadan. Soğuk kış gecelerinde yüzümüzü okşayan el, ninni söyleyen dil olurdu. Her dokunuşta bedenimizi titretir, rumuzu ürpertirdi. Kendi dilince/hâlince muziplik yaptığı zamanlar da olurdu. Bazen yanan sobayı tüttürür, gaz lambasının fitilini söndürür, lüks lambaların gömleğini düşürür, bazen de pireyi deve yapar, ateş taşırdı o tepeden bu tepeye, o çatıdan bu çatıya, o bahçeden bu bahçeye.

Kökü derinlere inmeyen, toprağa sımsıkı sarılmayan ağaçları yerle bir eder, kırdığı dallarla köşe kapmaca oynardı. Öylesine derinlere işlemişti ki bendeki etkisi ilk şiirlerimi ağaçlara yazdıysam ikincilerini rüzgârlara, fırtınalara yazdım.

Onlardan bir dörtlük kalmış belleğimde:

Rüzgâr meşhurdur köyümde

İnsanı ferahlatır hava

Baktıkça doyamazsın

Buğdaylı bayırlara

Karaçam denince akla Boğaz gelir (Geyve Boğazı), Boğaz deyince de rüzgâr. Bir rivayete göre rüzgâr Karaçam’dan doğar, tüm dünyaya buradan dağılır. Bu iki dağ arasında yaşayanlar her şeylerini rüzgâra göre yapmak, rüzgâra göre tasarlamak zorundadır. Ağacı ona göre dikmek, avluyu ona göre çakmak, çatıyı ona göre çatmak, kiremidi ona göre seçmek ve dizmek… Onu ciddiye almayanlar bir sabah uyandıklarında akşam bıraktıkları gibi bulamayabilirler yapıp ettiklerini. Ne zaman ve nereden geleceği, nasıl ve hangi yollardan gideceği kestirilemeyen bir zorba gibidir o. Kurallarını kendi koyan, kendi çiğneyen ve kapısına kilit dayanmayan.

Rüzgârın dilini bilen rahat eder anlayacağınız, bilmeyen sıkıntı çeker bizim buralarda.

Geçen sabah, henüz iç ve dış âlemine doğru dürüst nüfuz edemediğim yeni köy evinde, çoktandır duymadığım bir sesle uyandım. Dışarıdan gelen hışırtı yağmur sesi de olabilirdi, evin hemen yanından geçen derenin çağıltısı da. Bir müddet iki ses arasında gidip geldim. Kulağıma çalınan sesin, su sesi olduğundan kuşkum yoktu. Ne de olsa eski bir aşinaydı o. Bahçemizdeki değirmenin çarkını döndüren dost eliydi, nasıl unuturdum.

Emindim emin olmasına ama yine de kalkıp pencerenin perdesini aralama ihtiyacı hissettim. Önümde saygıyla eğilen ağaçlar dışında bir hareket bir emare yoktu bahçede. Önce inanamadım, başka odalardan baktığımda da aynı manzarayla karşılaştım. Yağmur yağmıyordu, dere sakin sakin akıyordu anlayacağınız. Hepsi o kadar. Geriye rüzgâr kalmıştı ve kulağıma gelen ses onun sesiydi. O zaman anladım ki bu ses biraz bulutlardan, biraz yağmurlardan, biraz derelerden, ırmaklardan, biraz dalgalardan oluşmuştu. Hepsinden izler, akisler, yankılar taşıyordu veya bunların toplamıydı. (Baudelaire’in bulutlarına selam olsun.)

Bu böyledir.

Rüzgâr göğün nefesi, toprağın sesidir.

Rüzgâr umudun, bazen kışın bazen baharın habercisidir.

Çocukluğumda az yıkanmadım bu sesle, az arınmadım.

Az arkadaşlık az hasbihal etmedim onun nağmeleriyle.

Hele pencere önü yarenliklerimiz.

Hem de şarkılar eşliğinde uzun uzun dertleşmelerimiz:

Penceremin perdesini

Havalandıran rüzgâr

Denizleri köpük köpük

Dalgalandıran rüzgâr

Gir içeri usul usul

Beni bu dertten kurtar

Yabancısın buralara

Nerelerden geliyorsun

Otur dinlen başucuma

Belli ki çok yorulmuşsun

Bana esmeyi anlat

Bana sevmeyi anlat

Bana esmeyi anlat

Esip geçmeyi anlat

Anlat ki çözülsün dilim

Ben rüzgârım demeliyim

Rüzgârlığı anlat bana

Senin gibi esmeliyim

Okuldayım, bir tarafı Fikirtepe’ye bakan odamdayım.

Karşımda rüzgârkıran, bulutdöven, gözinciten gökdelenler var. Rüzgârın bile tutsak edildiği bir kent burası. Denizlerden esen ince hava bir yol bulup Üsküdar’dan, Kadıköy’den buralara tırmanamamış. O da mahpus kendi hâlince. O da tutsak.

Olsun.

Ben yine de bütün pencereleri açarak dünya ve İstanbul’a barış eli uzattım.

Aslında ne kadar kolaydı her şey.

Ama olmadı, odama rüzgâr dolmadı.

Penceremin perdesi havalanmadı.

Çocukluğuma gittim.

Ödünç rüzgârlar getirdim.

Odam bir kere daha aydınlandı, çünkü içinde rüyalarımdan esintiler vardı.

Yüzüme ılık ılık çocukluk değdi, sadece koku değil, küçük bir hava hareketi bile alıyor insan kalbini, doğduğu yerlere uçuruveriyor.

Nereden bilecek kentte yaşayanlar, bir sabah rüzgârına eşlik etmeyenler veya bir akşam sakinliğinde ince ince soluklanmayanlar rüzgârla açılan yeni pencereleri?

Biz sadece toprağın, suyun, ateşin değil rüzgârın dilini de bilen insanlar, ne kadar bahtlıyız.

Bu yüzdendir belki de Nasrettin Hoca fıkralarını sevmemiz.

Orada aşinası olduğumuz rüzgârlar var, dost esintiler var.

Tepe uçlarını, dağ başlarını, çatı katlarını sevmemiz, köhne hanlarda gecelememiz hep bundan.

Herkes gider, her şey biter o hep başucumuzda…

 

(Nasrettin Hoca bir yolculuk sırasında havanın aniden kötüleşmesi yüzünden, köhne bir handa konaklamak zorunda kalır. Gece büyük bir fırtına çıkar ve Hocanın kaldığı odanın her yanından ayrı ayrı garip sesler ve gıcırtılar gelmeye başlar. Rüzgârın şiddeti arttıkça gıcırtılar ve sesler daha da çoğalır. Hoca korkar ve sonunda hancıya giderek durumu anlatır. Hancı pişkindir:

-Bir de Hoca olacaksın, der, bilmez misin her yaratık kendi diliyle Allah’ı zikreder.

-Biliyorum, der, Hoca, biliyorum, asıl bundan korkuyorum, ya zikrede ede coşar, cezbelenir de secdeye kapanıverirse!)

 

Toparlamaya çalışalım söyleyeceklerimizi yavaş yavaş.

İnsanlık tarihinin temel ölçütlerinden biridir de rüzgâr.

Yel değirmeninden rüzgâr türbinine doğru uzanan yol, insanlık tarihinin temel dönüşümlerinden birine işaret eder. İnsan aklı rüzgârı ve onun gücünü (enerjisini) keşfettikten sonra, dünya asıl ve bugünkü yörüngesine oturdu. Daha çok bilimsel faaliyetlerin etkisiyle her gün biraz daha olgunlaşan bu süreç, insanı da insan hayatını da kuşatmaya başladı. Ayırıcı ve dağıtıcı yönüne takılıp kalmadı insan, kavuşturucu ve aşılayıcı tarafına odaklandı. Sözü uzatmadan söylemek gerekirse terbiye ve kontrol edilen rüzgâr gücü/enerjisi insana sunulmuş en büyük armağanlardan biriydi.

Yani rüzgâr olmasa hayat olmazdı, dalga olmazdı, bulut olmazdı, yağmur olmazdı, rahmet olmazdı, köpük olmazdı, toprakta tohum çatlamaz dallar çiçek açmazdı.

Ve en önemlisi umut olmazdı.

Şiir olmazdı.

(Seneler önce “Her rüzgâr acemidir…” başlıklı bir şiir yazmıştım. Aradım bulamadım. Kim bilir hangi rüzgâr uçurdu onu masamdan, dünyamdan.)

Kiminin “yel”, kiminin “nesim”, kiminin “bâd”, kiminin “rîh”, kiminin “riyâh” dediği rüzgârı ve rüzgâr adlandırmalarını bir kenara bırakalım. Tohumları, çiçek tozlarını ve polenleri aşılamasını, sevgiliye haber uçurmasını, dosttan haber getirmesini, hatta gerçek ve mecaz anlamda kırk çeşit mana temrinlerini uzmanlarına havale edelim ve içinde rüzgâr olan birkaç dize birkaç şiir okuyalım.

Kelimeler nefes alsın, içimiz dağ başı serinliği görsün.

 

(Her ne kadar işi uzmanına bırakalım dediysek de rüzgârın Türkçedeki karşılığı olan “yel” sözcüğünü biraz didikleyelim mi, ne dersiniz? Eski Türkçede “koşturmak, acele etmek, hava, gök gürlemesi” gibi anlamlara gelen bu kelimeyi Kubbealtı Lugatı “Havanın yer değiştirmesi sonucunda meydana gelen esinti.” şeklinde tanımlıyor. Kelimeye verilen ikinci anlam “romatizma ağrısı” üçüncüsü “bağırsaklardaki gaz” şeklinde. Bunların peşinden bu kelimeyle yapılan deyimler sıralanmış: “Yel alıp poyraz satmak”, “yel ese eyyam ola”, “yel gibi, yel üfürdü sel götürdü”, “yel yeperek”, “yele vermek”.

Sözlük dışından birkaç deyim ve sözü de buraya almak isteriz: “Ağzından yel alsın”, “sel ile gelen yel ile gider”, “el el ile değirmen yel ile”, “selli dereye yelli bele ev yapılmaz”, “harman yel ile düğün el ile”, “yel kayadan ne aparır”, “yel eserken harman savurmak”, “yel beyinli”, “başında kavak yelleri esmek”, “sel ağzı kum tutmaz”, “yelin ahiri yağış şakanın ahiri döğüş”… )

 

Geldik rüzgârlı metinlere:

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı (Fuzûlî)

(Sabâ rüzgârı sevgilinin kokusunu taşır/dağıtır/yayar ve aşığa ulaştırır. Bu yüzden divan edebiyatında çok ayrı bir yeri vardır sabaha doğru kuzeydoğudan hafif hafif esen bu yelin. Fuzûlî salgın hastalıkların (“vebâ”) hüküm sürdüğü zorlu günlerde söylemiş olmalı bu dizeleri: “Ne gönlümün ateşinden başka bana yanan var, ne sabah rüzgârından başka kapımı açan…”)

Her yaneden ayağına altın akıp gelir

Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan (Bâkî)

(Her taraftan ayağına altın/sarı yapraklar akıp gelir. Bağdaki ağaçlar ırmaktan bir alicenaplık/iyilik/cömertlik umarlar. Şair bu beyitte Osmanlı Devleti’ne dünyanın her yerinden adeta su gibi akan altınlara/maddî gelirlere ve yine diğer devletlerin bu devletten beklentilerine/himmet ummalarına gönderme yapıyor olmalı.)

Ey sabâ âhımı var milket-i cânâna ilet

Mûr-ı lengem beni dergâh-ı Süleyman’a ilet (Figânî)

(Ey sabah esintisi âhımı sevgilinin memleketine götür. Topal bir karanca gibiyim, beni Hz. Süleyman’ın dergâhına ulaştır.)

Bu imtidâd-ı cevre ki bahtın şitâbı var

Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var

Eyler nesîm-i lûtfu bize gird-bâd-ı gam

Bu rûzigâr-ı bî-mededin inkîlâbı var (Nedim)

(Bu sonu gelmez dertler ki bahtım adeta koşarak onlara yönelir. Sıkıntı yörüngesi olan feleğe sımsıkı bağlılığı var. Güzelim sabah rüzgârını/esintisini gam fırtınasına çevirir. Bu acımasız zamanlar böyle sürüp gitmez, bir gün gelir her şey tersine döner. Yani Nedim diyor ki; “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner.”

Cumhuriyet döneminde bu dizelere bazı siyasî tartışmalarda göndermeler yapıldığını, hatta şarkı olarak bestelenen güftesini okumanın bir süre yasaklandığını biliyor ama o konuya burada girmek istemiyoruz.)

Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan

Geleyim izine doğru arkandan (Necip Fazıl)

Rüzgâr esmez, konuşur:

Uçurtmalar uçun, çamaşırlar kuruyun.

Mesut olun yaşayın,

Ana baba evlat torun. (Ziya Osman)

Buraları rüzgâr, buraları yağmur,

Sol omzuna güneşi asmadan gelme. (Oktay Rifat)

Sen aklıma gelince her şey gülümserdi.

Ağaçlar şarkı söyler, rüzgâr tatlı eserdi. (S. Ali)

Ansızın bir rüzgâr çıktı demin

Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgâr

Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü

Yakıyor gözkapaklarımı da

Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir

Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı. (Edip Cansever)

Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur

Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr

Işıksız ruhumu sallar da durur

Zambaklar en ıssız yerlerde açar (Sezai Karakoç)

Değirmen yıkılmış olabilir ama rüzgâr hâlâ esiyor. (Vincent van Gogh)

Rüzgârı seviyorum diyorsun, rüzgâr çıkınca pencereni kapatıyorsun. (Shakespeare)

Ferhat

Rüzgârda ateş yakmaktır hayat

Teşrin soğuğunda donmamak için

Rüzgâr söndürecek, sen yakacaksın

Evdeki ocağı ninem de yakar (Ali Akbaş)

Şehitler tepesi boş değil,

Toprağını kahramanlar bekliyor!

Ve bir bayrak dalgalanmak için;

Rüzgâr bekliyor! (Arif Nihat Asya)

Rüzgâr mı?

Ağaçlar korosunun söylediği ezgi

Eli merhamet kokar dili toprak

Bir de çocukluğumdan haber getirir

Sıcaklığı bundandır. (M. Dayanç)

Kuşlardan ve rüzgârdan gayrı yok ziyaretçim

Kimsesizler mezarlığı kalbim (M. Dayanç)

Rüzgâr susmuş ses vermiyor nedendir

Sen gideli hayât benim çilemdir

Seven gönül yâr kıymeti bilendir

Gökyüzünde duman duman bulutsun

Söyle seni kalbim nasıl unutsun (Halit Çelikoğlu)

Bir rüzgârdır gelir geçer sanmıştım. (Sadettin Kaynak)

Rüzgârdan başka kim gider garip bir kuşun cenazesine. (?)

RÜZGÂR

Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!

Gelin duvağından kopan bir rüzgâr.

Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;

Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar…

 

O ceviz dalları, o asma, o dut,

Gül gül, mektup mektup büyüyen umut…

Yangından yangına arka kalıyor tut.

Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar. (1951)[1]

 

RÜZGÂR

Yeter artık rüzgâr, yakamı bırak,

Ürpertiyorsun içimi.

Şöyle dinlenelim biraz, hiç olmazsa

Bir sigara içimi…

 

Pembe, beyaz bulutları toplamışsın,

Katmışsın önüne katar katar

Ne gençlik, ne şarkılar, çiçekler

Gün olur hepsi biter.

 

İstemem kimsenin öldüğünü

Bırak rüzgâr, bırak anlatayım.

Bir ulu meşenin dibine otur sen

Göğsünde yatayım..

 

Bize başka havalar getir biraz

Ihlamur koksun, sakız koksun.

Çapadan dönmüş terli terli

Kız koksun…

 

Tepeden koksun, ardıçlı, çamlı

Siirt koksun, Boyabat koksun.

Hür güzel günler içinde,

Canım hayat koksun..[2]

 

RÜZGÂR

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan

Koştum ama yetişemedim.

Nerelerde gezmiş tozmuş

Öğrenemedim.

 

Besbelli denizden çıkıp

Kıyılar boyunca gitmiştir.

Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu

Yüreğini allak bullak etmiştir.

 

Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru

Bulutları koyun gibi gütmüştür,

Okşayıp otları yaylalarda

Büyütmüştür.

 

Köylere de uğradıysa eğer

Islak, karanlık odalarda beşik sallamıştır

Güneş altında çalışanlara

İmdat eylemiştir.

 

 

Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru,

Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz,

Kıraçlarda mavi dikenler…

Toz toprak gözlerine gitmiştir.

 

Kentlere de uğramış ki yanımdan geçti,

Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür.

Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra

Alıp gitmiştir.

 

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan

Koştum ama yetişemedim.

Sorsaydım söylerdi herhalde

Soramadım.[3]

 

DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,

Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,

Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,

Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,

Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,

Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,

Sende tattım yemişlerin cümlesini.

 

Desem ki sen benim için,

Hava kadar lâzım,

Ekmek kadar mübarek,

Su gibi aziz bir şeysin;

Nimettensin, nimettensin!

Desem ki…

İnan bana sevgilim inan,

Evimde şenliksin, bahçemde bahar;

Ve soframda en eski şarap.

Ben sende yaşıyorum,

Sen bende hüküm sürmektesin.

Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,

Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.

Günlerden sonra bir gün,

Şayet sesimi fark edemezsen

Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,

Bil ki ölmüşüm.

Fakat yine üzülme, müsterih ol

Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,

Ve neden sonra

Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,

Hatırla ki mahşer günüdür

Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum[4]

 

CAMDAN

İçkievinden çıkınca

Camdan

demin oturduğum yere

baktım.

 

Sigara paketimi

masada unutmuşum.

Sandalyede

Tıpkı benim gibi

Oturuyor boşluğum.

 

Bir eli alnında

benim gibi.

Ama

biraz daha mı hüzünlü?

Otururken de

Biraz daha mı çıkarıyor

kamburunu?

 

Biraz daha mı benziyor

babama?

 

Bir yaş büyüğüm babamdan

ve rüzgâr

bir törendeki gibi

çekiştirir durur

yağmurluğumu.[5]

 

[1] Sezai Karakoç, “Rüzgâr”, Şiirler IX Monna Rosa, Diriliş Yayınları, İstanbul 1998, s. 7.

[2] Turgut Uyar, “Rüzgâr”, Büyük Saat (Bütün Şiirleri), YKY, İstanbul 2015, s. 59.

[3] Cahit Külebi, “Rüzgâr”, Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul 1988, s. 59-60.

[4] Cahit Sıtkı Tarancı, “Desem ki”, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, İstanbul 1983, s. 140.

[5] Cemal Süreya, “Camdan”, Sevda Sözleri, YKY, İstanbul 1995, s. 188.