rus escort izmirdiyarbetdiyarbetganobetbetmarlosweet bonanzaizmir escort bayanhttps://1baiser.com/escort/pariskayseri escortbodrum escortlarcasino siteleriEscort Londonalanya escorthttps://www.turkcasino.net/casino sitelerihttp://www.milano2018.com/ http://www.elculturalsanmartin.org/canlı casinoslot sitelerideneme bonusu veren sitelerkumar sitelerihttp://www.robinchase.org/online casino india real moneyclenbuterol satın alclenbuterol fiyatfethiye escort
DOLAR

23,3742$% 1.12

EURO

25,2248% 0.25

STERLİN

29,6809£% 0.82

GRAM ALTIN

1.472,20%0,77

ÇEYREK ALTIN

2.402,00%1,19

BİTCOİN

617767฿%0.6467

İmsak Vakti a 03:27
Sakarya PARÇALI BULUTLU 23°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Muharrem Dayanç

Muharrem Dayanç

28 Mayıs 2023 Pazar

Muharrem Dayanç “Adapazarı”ndan Öğrenci Manzaraları.

Muharrem Dayanç “Adapazarı”ndan Öğrenci Manzaraları.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ceyhun Atuf Kansu’nun gençlik yıllarından beri içime dert olan “Dünyanın Bütün Çiçekleri” başlıklı bir şiiri vardır. Görev yaptığı okulun çöken duvarının altında kalan bir köy öğretmeninin trajik hikâyesini anlatır. Bu hüzünlü şiirde öğretmen “bahçıvan”a öğrenciler (köy çocukları) Anadolu’nun değişik yerlerinde açan “çiçekler”e benzetilir.

Talihsiz öğretmen belli (gösterişli) bir mezarının olmasını istemez ama üstünün toprağın renkleri, sesleri ve kokusu olan çiçeklerle örtülmesini ister geride bıraktığı dostlarından.

Kaya diplerinde açmış çiğdemlerle mesela; kır, dağ ve Afyon Ovası’nda açan haşhaş çiçekleriyle; fesleğenlerle; pembe entarili hatmilerle; çoban yastıklarıyla; peygamber çiçekleriyle; Isparta gülleriyle; Polatlı kırlarında, Kop Dağı’nda, Toroslarda, Muş Ovası’nda, Ağrı Dağı’nın eteğinde boy gösterenlerle ve belki de en önemlisi köy okullarında açan gizli, sessiz, bakımsız ama kokusu eşsiz çiçeklerle, onların sevgisiyle…

Şiirin etkisiyle olacak ben de öğrencilerimi dünyanın her yerine kendi ellerimle uğurladığım (diktiğim) çiçeklere benzetiyorum. Bilgiden gözleriyle özveriden sözleriyle en çok da Anadolu’nun bağrında biten içtenlikleri ve alçakgönüllülükleriyle her bahar yeniden filiz veren.

Tutku Aydın da onlardan. “ Adapazarı Enka Okulları”nda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni.

Okuluna çağırdı, gittim.

Öğrencimin öğrencileriyle tanıştım.

Öylesine sevdim ki bu gençleri, anlatamam.

Bakmayın belli etmediğime her konuşmada iç dünyam allak bullak olur.

Hele hele o güne kadar görmediğim veya ilk defa karşılaşacağım insanların huzuruna çıkacaksam daha bir gerilirim. Bir de karşılarına çıkacağım insanlar gençse (lise öğrencileri) heyecanım daha bir artar. Çünkü bilirim ki bu çocuklar numara yapmayı bilmezler, beğenip beğenmediklerini hemen belli ederler, hatta yüzünüze karşı söyleyiverirler de. Yapacağınız konuşma da vereceğiniz örnekler de anlatacağınız anekdotlar da onlara hitap etmek zorundadır bu yüzden. Bağlamdan asla kopamazsınız ve tabii ortamın ruhundan.

Hiç unutmam, Eskişehir’de gençlere yaptığım bir konuşmada onları düşündürmek, etkilemek için anlattığım hikâyeye bütün salon kahkahalarla gülmüştü. Ben mi anlatmayı becerememiştim, onlar mı bahsin inceliğini kavrayamamıştılar hâlâ çözebilmiş değilim. Gençleri suçlamak olmaz, problem bendeydi, kabul ediyorum.

Zordur gençlerle iş yapmak ama müthiş keyiflidir de.

Eskimemiş, yalan nedir bilmeyen ışıl ışıl yüzler görürsünüz karşınızda.

Yeni bir ülkeye gider gibi, en sevdiğiniz kitabı okur gibi, en beğendiğiniz kokuyu koklar gibi, hayranı olduğunuz bir rengi (mavi) içinize çeker gibi güzel duygulara, hayallere kapılırsınız.

8 Mayıs 2023 Pazartesi günü Adapazarı’nda yaptığımız söyleşiden önce öğrenciler -ağırlıklı olarak- dostumuz Sezai Matur’a ait T54’te çıkan elliden fazla yazımı okudular ve bana bu yazılarla ilgili sorular yönelttiler. Ne yalan söyleyeyim sorular beni hem mutlu etti hem strese soktu. İnce sorulardı. Gelin önce birlikte bakalım onlara:

 

1.  Öncelikle geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Biz iki haftadır derslerimizde yazılarınızı okuyor ve tartışıyoruz. Merak da ediyoruz. Muharrem Dayanç kimdir? Kendinizi biraz tanıtır mısınız?

(Orhan Veli’ye kendisiyle ilgili soru sorarlar. Tanımıyorum, der. Ben de kendim hakkında hüküm vermek istemem. Sadece iki anahtar kelimeyi bilin isterim: Edebiyat, Adapazarı.)

2. Tanpınar’la ilgili yazınızda çok içten betimlemeleriniz var. Örneğin “İçiyle dışı arasındaki mesafeyi en aza indiren nadir yazarlardan, insanlardandır.” demişsiniz. Çocukluğumuz, hayatımızın en masum en saf dönemidir. Edebi kişiliği bu kadar derin bir yazarı bir çocuğa en basit haliyle nasıl anlatırsınız?

3. Mehmet Akif Ersoy’la ilgili köşe yazınızda “İstiklal Marşı’nın iki dizesi gönül terazimde bir başka yer kaplamaya başladı. Sadece bu iki dizeyi yorumlayan bir kitap yazmak isterim.” demişsiniz. Sizin için de uygunsa bu dizeleri sizden duymak ve neden özellikle bu iki dizenin sizin için bu denli kıymetli olduğunu paylaşmanızı isteriz.

(O dizeler:

Cânı, cânânı bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.)

4. Muharrem Hocam, “Doğuştan sahip olduğumuz hiçbir özellik diğerlerine karşı bizi üstün veya aşağı kılmaz. Bir kere daha altını çiziyorum, bu özellikler bizi daha üstün, anlamlı, değerli kılmayacağı gibi değersiz, eksik, noksan ve sıradan da yapmaz.” diyor. Herkesin insanlara böyle adaletle baktığı bir dünyanın oluşmasına katkı sağlamak için biz gençler neler yapabiliriz?

5. “Fikir Hareketleri” köşe yazınızda derslerinizde anekdotlar verdiğinizi paylaşmışsınız. Biz bu yıl Tanzimat’tan günümüze Türk edebiyatını genel hatlarıyla işledik/işliyoruz. Bu dönemden mutlaka bilmelisiniz dediğiniz bir anekdot paylaşır mısınız?

6. Gencin biri Kaya Bilgegil’e bir şiir okuyor. Çok beğeniyor Hoca. Tam odadan çıkacağı sırada soruyor “Bu şiir kimindi evlat?” “Benim!” diyor çocuk. “Beş para etmez o zaman.” diyor ve ekliyor, “bu dizelerde benim yaşımdaki bir insanın duyguları var.” Ve bir nasihat daha peşinden; “Git ve kendi yaşının şiirlerini yaz.”

Köşe yazınızda bahsettiğiniz bu olay hakkındaki sizin kişisel görüşünüzü duymak isteriz, sizce de bazı şiirleri yazmanın yaşı var mıdır yoksa “tohumları acının çocukluktan mı geliyor?”

7. Sosyal medya kullanımı hakkında görüşleriniz neler? Hangi sosyal medya platformlarını kullanıyorsunuz? Bir de sosyal medyanın dilimize etkileri hakkında düşünceleriniz nelerdir?

8. “Edebiyat Tarihçiliğinin Ana Sorunsalı: Öncü Kim, Ölçüt Ne?” makalenizde Fethi Naci’nin bir romanın büyüklüğünü gösteren ölçütlerden birinin onu yeniden okuma isteği olduğunu düşüncesini paylaşmışsınız. Bu konudaki düşüncenizi sizden duymak isteriz. Bir de sizde yeniden okuma isteği uyandıran roman/romanlara örnek verir misiniz?

9. “Edebiyat Tarihçiliğinin Ana Sorunsalı: Öncü Kim, Ölçüt Ne?” makalenizden Türk edebiyatında yapıtları -yerel değerleri, beslendikleri kaynakları ihmal etmeden- evrensel ölçütlerce ve karşılaştırmalı değerlendirmek gerektiği sonucunu çıkardık. Benim sorum, bu ölçütler zamanla değişebilir mi? Bir de bir esere edebi diyebilmemizi sağlayan yerel, kültürel unsurlar nelerdir?

10. Benim sorum “Bin Yılın Anıları” yazınızla ilgili. Eğitim hayatınızda siz öğrenciyken öğretmenlerinizin sizden “geçer not” alabilme kriterleri nelerdi? Bir de Muharrem Hoca’nın öğrencilerinden takdir almasını sağlayan sebep(ler) nedir?

Benim bulunduğum yerden sohbet oldukça verimli geçmişti. Gençler sordular ben de sözü fazla uzatmadan cevaplar vermeye çalıştım. Parlayan gözlerden ve sözlerden gençlerin mutlu oldukları izlenimi oluştu bende. Ama gençlerin ne düşündüklerini merak ediyordum. Meslektaşım ve öğrencim olan öğretmenlerinden öğrencilerin sohbetle ilgili izlenimlerini alıp bana göndermesini rica ettim. Çok da uzun sayılmayacak bir süre sonra cevaplar geldi.

Birlikte bakalım mı?

 

Bahar Esma Tıkız: Konuşma sırasında farklı edebi eserleri anması ve bilgilerini paylaşması edebiyatı gerçekten çok sevdiğini hissettirdi. Bize üst perdeden değil de eşitimiz gibi konuşması benim için çok değerli. Turgut Uyar’ın “Bahar Başlangıcında Düşünceler” şiirini de öğrenmiş oldum.

Didem Pelin Uslu: Muharrem Dayanç’ın sorulara verdiği cevapların hepsi aslında birer tavsiye ve öğretiydi. Söyleşi boyunca onun sayesinde hoş bir sohbet havası oluştu. Söylediklerinin hepsini son derece içtenlikle söylediğini hissettim. Benim için sıcacık bir gündü. Teşekkürler.

Azra Tunç: Söyleşiye hazırlık süreci de söyleşi anı da benim için çok keyifliydi. Bizimle paylaştığı şiir bana (kendimi) çok farklı hissettirdi. Yazısını okurken derslerinde anekdotlar paylaştığını ve bu sayede edebiyatın en iyi bu şekilde anlaşılabileceğini belirtmişti. Bizimle de paylaştığı anekdotlar çok ilginçti.

Sıla Öztopaloğlu: Söyleşi benim için çok öğreticiydi. Üslubu bize çok uygundu. Söyleşi esnasında hayattan verdiği örnekler daha samimi bir ortam oluşturdu. Bize bir şeyler öğretmeye çalışması hoşuma gitti.

Elif Bal: Yazılarını okuyarak edebiyat hakkında daha önce düşünmediğim sorgulamaları yapmış ve söyleşide okuyup hakkında bilgi verdiği şiirle doğduğum şehir Sakarya’nın edebiyatı hakkında bilgi edindim.

Başak Zeynep Tıkız: Kendisine “Sosyal medyanın dilimize etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusunu sordum. Kötü etkileri olduğuna yönelik bir cevap vermesini bekliyordum ama o sosyal medyanın herhangi bir etkisi olamayacağını, eğer bir toplumda sanatçılar varsa dilin tehlikede olamayacağını söyledi. Aslında -belki ben böyle düşünmediğim için- bambaşka bir cevap bekliyordum ama onun fikirleri farklı bir pencereden bakmamı sağladı. Teşekkürler.

Hayat Düzgün: İlk defa bir edebiyat profesörü ile bir söyleşide buluşma fırsatı buldum. Üslubu, hitap tarzı ve sorulara verdiği samimi cevaplar beni söyleşinin içine çekti ki eminim orada bulunan herkes de aynı şeyleri hissetmiştir. Akademisyen denince aklıma gelen sert, kuralcı, dobra, sinirli kavramları Muharrem Hoca’yla tanışınca boşlukta kaybolduJ Orada bulunan herkese babacan yaklaşmasıyla sıcacık bir ortam oluştu. Eminim ki hiçbirimiz o sandalyeleri bırakıp gitmek istemedik.

Arda Oktar: Muharrem Hoca’yla yaptığımız bu söyleyişi dilin koruyucusunun sanatçılar olduğunu düşünmemi sağladı.

Arda Ünal: Söyleşide Muharrem Hoca’nın verdiği örnekler ve okuduğu şiirler sayesinde hem Sakarya’mızı hem de edebiyatını daha yakından tanıdım.

Egehan Satıroğlu: Muharrem Hoca’mız çok bilgili bir edebiyatçı olduğunu gösterdi. Ayrıca beden dili kullanımında çok yetkin olduğunu düşünüyorum. Kendimi şanslı hissettim. Teşekkür ederim.

Mehmet Demir Işık: Muharrem Hoca bize dilin önemini, ölçeklendirmenin farklılığı, sosyal medyanın yaygınlaşmasının dil üzerine etkileri hakkında konuştu ve Geyve hakkında yazılan “Bahar Başlangıcında Düşünceler” şiirini okudu ve üzerine düşünmemizi sağladı.

Arda Kutay Adatepe: Yaptığımız söyleşi edebiyatın önemini, memleket sevgisini ve Muharrem Hoca’mızın öğrencilere verdiği önemi anlamamı sağladı.

Tuana Kasap: Muharrem Hoca ile yaptığımız söyleşide edebiyat üzerinden günlük hayatımıza da değindik. Sanatı sanatçı için değil sanat için sevmemiz gerektiğinden bahsetti. Kendi hayatımız, entelektüel zevkimiz ve ilgilerimiz üzerine düşünmemizi, dersler çıkarmamızı sağladı.

Ela Akar: Muharrem Hoca ile söyleyişi yapmadan önce sınıfta köşe yazılarını hep birlikte okuyup tartışmıştık. Söyleyişi günü sanatçının rolü, dilin değeri, edebi eserin ölçütleri hakkında konuştuk. Söyleşinin beni en etkileyen kısmı, hocanın öğrencilerde bıraktığı iz ile ilgili bir soruda “Ben de hata yaptım.” diyerek son derece samimi biçimde öz eleştiri yapabilmesiydi. Üstelik bunu çok samimi ve doğal biçimde yaptı. Özeleştirinin filtre konmadan yapılabilmesini çok anlamlı buluyorum. Kişinin kendisini eleştirmesinin, kararlarını gözden geçirmesinin ve attığı adımları sorgulamasının önemini bir kez daha kavramış oldum.

Uluç Basar Sert: Muharrem Hoca sayesinde ilk defa edebiyat profesörü ile konuşma fırsatı edindim. Sakaryalı olması ve doğduğu şehri -burada hiç çalışamamasına rağmen memleketini- benimsemesi, sevgisini bize anlatabilmesi çok hoşuma gitti. Duygularını anlayabildiğimi düşünüyorum.

Bermal Kumru: Muharrem Dayanç ile yaptığımız söyleşinin son derece öğretici olduğunu düşünüyorum ve söyleşi öncesinde hem kendisi hem de yazıları hakkında yaptığım okuma çalışmaları da Dayanç’ın verdiği cevapları daha net bir biçimde anlamama katkı sağladı. Ayrıca şehrimin kültürel değerlerinin farkına varmamda etkili oldu. Turgut Uyar’ın “Bahar Başlangıcında Düşünceler” şiirini ondan dinlemek, Sait Faik Abasıyanık’ı anmak, öykünün insan hayatındaki önemini anlamak çok güzeldi.

Defne Işık: Söyleşi öncesinde kendisinin makalelerini ve köşe yazılarını okumuştum. Gerek söyleşi sırasında gerek okuduğum yazılarından, dünya edebiyatı ve Türk edebiyatı hakkında bilgi edindim. Edebiyatın, ulusun ve bireyin kimliğini oluşturmadaki önemini, değerini anladım. Etkinlikteki en önemli kazanımlarımdan biri sohbet ederken kalıcı öğrenmenin sağlanabildiğini görmekti.

Ilgın Çandereli: Muharrem Dayanç’ın memleket sevgisi beni derinden etkiledi. Memleketine saygısını ve şiir dizelerinden Sakarya’ya çıkardığı anlamları dikkatle dinledim.

Arda Şen: Muharrem Hoca’nın bize verdiği bilgiler için özellikle teşekkür etmek istiyorum. Deneyimli bir profesör olduğunu konuştuğu her saniye hissettirdi ve bütün konuşması boyunca saygıyla ve düşüncelerimi sorgulayarak dinledim. Özellikle anekdotlar bölümünün bir parçası aklımın en derininde kaldı: “Ben az söylüyorum, sen çok anla!”

Söyleşi boyunca bunu düşündüm ve kendi hayatımı, anladıklarımı, anlamam ve anlatmam gerekenleri kendime sordum ve düşündüm. İyi ki geldiniz. Çok teşekkürler…

Zeynep Sena Sunmaz: Muharrem Hoca ile söyleşimizden önce makalesini ve köşe yazılarını okuduk. Edebiyat hakkında, hayat hakkında bizlere çok değerli şeyler anlattı. Söyleşimizden çok verim alarak ayrıldım. 40 dakikalık bir söyleşi 5 dakikada bitti benim için. Umuyorum anılarıyla süslediği hayat derslerini, edebiyat ve şiir ile ilgili düşüncelerini tekrar dinleme şansını bulurum.

Arda Şentürk: Muharrem Hoca’nın makalesini ve köşe yazılarını daha önce okumamız söyleşiyi daha akıcı hale getirdi. Bunun yanında daha günlük hayattan konuların tartışılması da beni ayrı memnun etti.

Duru Erişir: Söyleşiye katılamadım fakat öncesinde kendisinin bir makalesini sınıf ortamında okuma ve üzerine tartışma fırsatım oldu. Bu sayede ölçü ve ölçüt kavramlarını kavrayabildim. Aynı zamanda kendisinin “Mehmet Akif Ersoy olmasaydı ne olurdu?” köşe yazısını okudum ve bir eserin tarihimizde ne kadar büyük bir anlam, önem ve yer kapladığını anladım.

Tutku Aydın: Yılın en sıcak ve içten edebiyat dersiydi hepimiz için. Etkinliğin her aşamasındaki desteğiniz, bir akademisyenin işini nasıl aşkla yaptığını gösterdiğiniz, meslek hayatımın en kıymetli günlerinden birini yaşattığınız, gençlerde bıraktığınız harika iz için teşekkür ederim. Onlar bizim geleceğimiz, umudumuzdur. En çok da onları önemsediğiniz ve değerli hissettirdiğiniz için… İyi ki varsınız, sağ olun. Sevgi ve saygılarımla.

Oysa ne çok şey kurgulamıştım, samimiyet gelince kurgu buharlaşır biliyorum. Kurguladıklarımı değil içimden gelenleri konuştum gençlerle. Başlangıçta anlatmayı düşündüğüm ama bir türlü kendisine sıra gelmeyen güzel bir anekdotu burada sizinle paylaşayım.

(Bu film sahnesi “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiirinde geçen iki dizenin yorumlanmış hâli gibi geliyor bana:

Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden

Zamanın derin ırmakları önünde…”)

 

“Sahne ‘The Godfather’da (Baba) geçiyor.

Corleone ile kardinal sohbet ediyorlar.

Katedralde hem konuşup hem dolaşırlarken bir havuzun yanında duruyorlar.

Kardinal, havuzun içinden küçük bir taş parçasını alıyor ve havuzun kenarındaki duvara sertçe vuruyor, bir daha vuruyor, bir daha vuruyor ve sonunda taşı ikiye bölmeyi başarıyor.

Ve başlıyor konuşmaya:

‘Bakın bu taşa. Uzun bir zamandır suyun içinde. Ama içi kuru.

Su içine işleyememiş.

Bakın…

Kupkuru.

Avrupa’da yaşayanlara da aynı şey oldu.

Asırlarca Hıristiyanlık onları çepeçevre sardı.

Ama İsa içlerine giremedi.

İsa içlerinde yaşamıyor.’”

Şöyle diyecektim bu film sahnesini anlattıktan sonra “İçimize işlemeyen, içimizde yeşermeyen çiçek açmayan hiçbir şey bizim değildir, bizden değildir ve mühim değildir.”

Şairden ilham alarak devam edecektim:

“Kirazın derisinin altında kiraz

Narın içinde nar

Benim yüreğimde boylu boyunca

Memleketim var”

 

Memleketten ister Adapazarı’nı anlayın ister Türkiye’yi, isterseniz Türkçenin konuşulduğu bütün memleketleri… Şunu unutmayın ki benim için her şey Adapazarı’nda başlar. Bana her yer Adapazarı değildir anlayacağınız. Dünyada bir tane (yegâne) Adapazarı vardır. Hayata burada gözlerimi açtım, isterim ve umut ederim ki burada yumayım.

Hele bir gencin “Sakaryalı olması ve doğduğu şehri -burada hiç çalışamamasına rağmen memleketini- benimsemesi, sevgisini bize anlatabilmesi çok hoşuma gitti.” demesi içime oturdu.

İçimi acıttı. “Sakarya Türküsü”nün malum dizesini zihnime kazıdı.

Gençlerden geçer not alabildim mi bilemiyorum.

Ben gençlerden geçer not alma işini çok önemsiyorum, birilerinin aksine.

Devamını Oku

Muharrem Dayanç : Hele Şu Seçimler’de Hayırlısıyla Bir Atlatılırsa.

Muharrem Dayanç : Hele Şu Seçimler’de Hayırlısıyla Bir Atlatılırsa.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bedeni yaşına göre büyük sayılabilecek kadar iriydi, ama o bütün çocuklardaki saflık ilk bakışta ona ısınmamı sağlamıştı… Saçları düz, gözleri simsiyahtı. Eşofmanları tertemizdi. Başını okşadım. Nasılsın oğlum, dedim. İyiyim amca, dedi. Gözlerimin içine bakmıyordu.

-Kaç kardeşsin?

-Bir, yok yok iki…

-İnsan kardeşini unutur mu?…

 

İki arkadaş parkta şut atışıyorlardı. Mart’tı. Bahardı. Hava güzeldi. Adetim değildi aslında çocukların yanına gidip onlarla oynamak, onları seyretmek, onlara karışmak. Ama şunu da çocukluğumdan beri hiç unutmamıştım ki, baharı önce çocuklar ve çiçekler fark ederler ve bize fark ettirirlerdi. Oysa bu şehirde yapma çiçekler makbuldü. Yol kenarlarını, refüjleri ve hatta parkları genelde onlar süslerlerdi. O hâlde çocuklardan almak lâzımdı baharın haberini.

Of Allah’ım neydi o coşku. O mutluluk, o telâş… Çocuklar bir sağa bir sola koşuşturuyorlardı. Bağıranlar, çağıranlar, salıncakta sallananlar, tahterevallide inip çıkanlar, kaydıraktan kayanlar, çimenlere uzananlar… Cıvıldaşmaya başlayan kuşlar, tomurcuklarını açmaya başlayan ağaçlar… Güneşi fark edip yavaş yavaş kendine gölge arayanlar…

-Abi, şu topu atar mısın?

-Elbette atarım…

…………………..

-Dikkat etsene çocuk salıncaktan düşecek

-Amannn, bir şey olmaz…

………………….

-Baba beni salıncakta sallar mısın?

-Elbette sallarım kızım…

 

“Baba sen de şut atsana ya!” diye şımaran oğluma, birazdan yavrum, önce kardeşini salıncakta sallayayım, diyerek vakit kazanıyorum. Oysa beş dakikalığına şöyle bir dolaşmak için gelmiştim parka. Beni bekleyen bir sürü işim var. Şu kız çocukları yok mu, insanı öldürürler. Hele bir de kızımın durup durup beni öpüşü yok mu sırnaşarak. Bazen kedi gibi sokuluşu yanıma, kuş gibi tepeme çıkışı…

Geçenlerde bir yakınımız ölmüştü, o da ölünün nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını sormuştu bana, mecburen ona mezarı anlatmıştım. Toprağın derince kazıldığını, sonra ölünün oraya konulduğunu, üstüne toprakların atıldığını ve ölülerin bir daha oradan dışarıya çıkamadıklarını… Bütün bunlar bittikten sonra herkesin onu orada bırakıp tekrar evine, işine döndüğünü… Uzun uzun anlattım. Kafasında neler oluştu bilemiyorum ama, bütün bu söylediklerimi dinledikten sonra “baba” dedi:

-En güzel saklambaç orada oynanır değil mi? Oraya saklananı kimse bulamaz. Mesela ben oraya saklansam abim beni bulamaz ki. Kızım dedim ne diyorsun sen, sonra gözlerimi görmesin diye kafamı çevirdim. Ah çocuklar, dedim, âh. Ölümü bile oyuncak ve oyunlarla birlikte düşünen veya henüz düşünemeyen çocuklar. Onun o saflığına özendim, öptüm onu.

Hâlâ tertemizdi eşofmanları Recep’in, şut atmaya devam ediyordu.

Ben de katıldım onlara, doğal olarak benim toplara onlardan daha sert vurmam ve topun uzaklara gitmesi, onları yormuştu. Beş dakika topa vurmak beni de yormuştu. Eskiden sabahtan akşama kadar oynardık yorulmazdık, şimdi beş dakika şut attım yoruldum. Tabiî onlar bırakmadılar. Bir gölgelik buldum kendime. Amacım Receple biraz daha samimî olmaktı.

-Baban ne iş yapıyor Recep?

-Şey amca,

-Öğretmen mi?

-Hayır Şeker fabrikasında geçici işçiydi, işten çıkardılar.

Hava kararmıştı birden, oturduğum yerden kalktım. Daha bir dikkatle baktım Recep’e. Sanki ondan başka kimse kalmamıştı parkta. Sadece onu görüyordum. Recep bir büyüyor kocaman adam oluyor, bir küçülüyordu. Sonra kulağım bir şey duymaz, gözüm kimseyi görmez oldu. Bir an onun yerine oğlumu, babasının yerine kendimi koydum. Koyamıyordum. Ne yapardım. Şehirdi burası. Her şey paraylaydı. Parasız yaşanır mıydı? Bana her akşam kapıyı açan kızıma “çukulata” götüremediğimi düşündüm, oğluma “danotte” alamadığımı. Kime acıyacağımı kime kızacağımı bilemeden. Kendime kızdım, bir gün sonra yapılacak yerel seçimi saçma buldum sonra. Birazdan çalışmaya gideceğim okulu, karşılaşacağım insanları, karıştıracağım kitapları, hepsini.

Birden irkildim, yeniden koşan çocukları, mutlu insanları fark ettim etrafımda. Bir ben mutsuzdum, çünkü bir ben biliyordum Recep’in babasının işsiz olduğunu, iki aydır çalışmadığını. Para vermek geldi içimden, yapamadım. Babasının adresini almak istedim bir ara onunla tanışmak için, yapamadım. Başka kimseniz yok mu yavrum diyecektim, diyemedim. Ne yapabilirdim ki, nereye kadar yapabilirdim ki? İnsan mısın sen, bir şeyler yapmalısın, ne yapabilirim ki, istesen yaparsın, hem yarın kimin ne olacağını kim bilebilir ki, off ya, niçin geldim ben parka.

Arabama binip bir an önce oradan uzaklaşmaktı en doğrusu. Kaçmaktı. Çocuklar dedim ben gidiyorum, kızım bir kere daha öptü beni yanaklarımdan. Cadı dedim ona, yanağını sıktım. Yorulunca, terleyince eve gidiyorsunuz tamam mı, demeyi de unutmadım. Gitmeden ne diyecektim Recep’e, bir an karar veremedim…

-İyi günler Recep,

-İyi günler amca,

-Görüşürüz, babana selam söyle…

-……………………..

Saat tam on birdi. Arabamın kontağıyla birlikte açılan radyom haberleri veriyordu. Devlet yetkilileri seçim için bütün tedbirleri almışlardı. En küçük bir aksaklık yoktu. Oy verme işlemleri Doğu illerinde sabah yedide başlayıp akşam dörtte bitecekti. Batı illerinde ise sabah sekizde başlayıp akşam beşte… Kıbrıs meselesinin çözümü için hükümetin attığı adımlar, haftanın futbol maçları, şampiyonluğa emin adımlarla koşan Fener, son otuz yılın en düşük enflasyon oranı, ekonomideki olumlu göstergeler, canlanan ticarî hayat, hâlinden memnun Tüsiad ve Müsiad, geçtiğim yollardaki eli bayraklı insanlar… Sonuna kadar açılmış propaganda kasetleri… Radyoyu büyük bir hışımla kapattım.

İyiymiş, aksaklık yokmuş, adımlar atılmış, koşuyormuş, düşükmüş hem de son otuz yılın, memnunmuş, ya Recep’in babası, o ne olacak, o ne zaman koşacak, o ne zaman mutlu olacak, o ne zaman akşam başını yastığa koyduğunda kesiksiz ve huzurlu bir uyku uyuyacak.

-Amca babam iş buldu,

-Ne güzel yavrum,

Ne zaman buldu, nerede çalışıyor, ne iş yapıyor demeye cesaret edemedim. Recep gözlerimin içine bakıyordu. Amca diyordu günde yirmi milyon kazanıyor, bana her gün bir milyon veriyor. Borçlarımızı da…

Tamam Recep tamam, dedim. Çok sevindim. Çok mutlu oldum, babana selam söyle.

Ekonomik göstergeler olumluydu, ülke hızla düzeliyordu. Herkesin eli para, sofrası aş görüyordu. Hele hele şu seçimler de hayırlısıyla bir atlatılırsa.

Not: Bu yazı 2004 yılında (Sayı: 4, Ağustos-Eylül) Hece Öykü dergisinde yayımlanmıştır.

Devamını Oku

HELE ŞU SEÇİMLER DE HAYIRLISIYLA BİR ATLATILIRSA.

HELE ŞU SEÇİMLER DE HAYIRLISIYLA BİR ATLATILIRSA.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bedeni yaşına göre büyük sayılabilecek kadar iriydi, ama o bütün çocuklardaki saflık ilk bakışta ona ısınmamı sağlamıştı… Saçları düz, gözleri simsiyahtı. Eşofmanları tertemizdi. Başını okşadım. Nasılsın oğlum, dedim. İyiyim amca, dedi. Gözlerimin içine bakmıyordu.

-Kaç kardeşsin?

-Bir, yok yok iki…

-İnsan kardeşini unutur mu?…

İki arkadaş parkta şut atışıyorlardı. Mart’tı. Bahardı. Hava güzeldi. Adetim değildi aslında çocukların yanına gidip onlarla oynamak, onları seyretmek, onlara karışmak. Ama şunu da çocukluğumdan beri hiç unutmamıştım ki, baharı önce çocuklar ve çiçekler fark ederler ve bize fark ettirirlerdi. Oysa bu şehirde yapma çiçekler makbuldü. Yol kenarlarını, refüjleri ve hatta parkları genelde onlar süslerlerdi. O hâlde çocuklardan almak lâzımdı baharın haberini.

Of Allah’ım neydi o coşku. O mutluluk, o telâş… Çocuklar bir sağa bir sola koşuşturuyorlardı. Bağıranlar, çağıranlar, salıncakta sallananlar, tahterevallide inip çıkanlar, kaydıraktan kayanlar, çimenlere uzananlar… Cıvıldaşmaya başlayan kuşlar, tomurcuklarını açmaya başlayan ağaçlar… Güneşi fark edip yavaş yavaş kendine gölge arayanlar…

-Abi, şu topu atar mısın?

-Elbette atarım…

…………………..

-Dikkat etsene çocuk salıncaktan düşecek

-Amannn, bir şey olmaz…

………………….

-Baba beni salıncakta sallar mısın?

-Elbette sallarım kızım…

 

“Baba sen de şut atsana ya!” diye şımaran oğluma, birazdan yavrum, önce kardeşini salıncakta sallayayım, diyerek vakit kazanıyorum. Oysa beş dakikalığına şöyle bir dolaşmak için gelmiştim parka. Beni bekleyen bir sürü işim var. Şu kız çocukları yok mu, insanı öldürürler. Hele bir de kızımın durup durup beni öpüşü yok mu sırnaşarak. Bazen kedi gibi sokuluşu yanıma, kuş gibi tepeme çıkışı…

Geçenlerde bir yakınımız ölmüştü, o da ölünün nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını sormuştu bana, mecburen ona mezarı anlatmıştım. Toprağın derince kazıldığını, sonra ölünün oraya konulduğunu, üstüne toprakların atıldığını ve ölülerin bir daha oradan dışarıya çıkamadıklarını… Bütün bunlar bittikten sonra herkesin onu orada bırakıp tekrar evine, işine döndüğünü… Uzun uzun anlattım. Kafasında neler oluştu bilemiyorum ama, bütün bu söylediklerimi dinledikten sonra “baba” dedi:

-En güzel saklambaç orada oynanır değil mi? Oraya saklananı kimse bulamaz. Mesela ben oraya saklansam abim beni bulamaz ki. Kızım dedim ne diyorsun sen, sonra gözlerimi görmesin diye kafamı çevirdim. Ah çocuklar, dedim, âh. Ölümü bile oyuncak ve oyunlarla birlikte düşünen veya henüz düşünemeyen çocuklar. Onun o saflığına özendim, öptüm onu.

Hâlâ tertemizdi eşofmanları Recep’in, şut atmaya devam ediyordu.

Ben de katıldım onlara, doğal olarak benim toplara onlardan daha sert vurmam ve topun uzaklara gitmesi, onları yormuştu. Beş dakika topa vurmak beni de yormuştu. Eskiden sabahtan akşama kadar oynardık yorulmazdık, şimdi beş dakika şut attım yoruldum. Tabiî onlar bırakmadılar. Bir gölgelik buldum kendime. Amacım Receple biraz daha samimî olmaktı.

-Baban ne iş yapıyor Recep?

-Şey amca,

-Öğretmen mi?

-Hayır Şeker fabrikasında geçici işçiydi, işten çıkardılar.

Hava kararmıştı birden, oturduğum yerden kalktım. Daha bir dikkatle baktım Recep’e. Sanki ondan başka kimse kalmamıştı parkta. Sadece onu görüyordum. Recep bir büyüyor kocaman adam oluyor, bir küçülüyordu. Sonra kulağım bir şey duymaz, gözüm kimseyi görmez oldu. Bir an onun yerine oğlumu, babasının yerine kendimi koydum. Koyamıyordum. Ne yapardım. Şehirdi burası. Her şey paraylaydı. Parasız yaşanır mıydı? Bana her akşam kapıyı açan kızıma “çukulata” götüremediğimi düşündüm, oğluma “danotte” alamadığımı. Kime acıyacağımı kime kızacağımı bilemeden. Kendime kızdım, bir gün sonra yapılacak yerel seçimi saçma buldum sonra. Birazdan çalışmaya gideceğim okulu, karşılaşacağım insanları, karıştıracağım kitapları, hepsini.

Birden irkildim, yeniden koşan çocukları, mutlu insanları fark ettim etrafımda. Bir ben mutsuzdum, çünkü bir ben biliyordum Recep’in babasının işsiz olduğunu, iki aydır çalışmadığını. Para vermek geldi içimden, yapamadım. Babasının adresini almak istedim bir ara onunla tanışmak için, yapamadım. Başka kimseniz yok mu yavrum diyecektim, diyemedim. Ne yapabilirdim ki, nereye kadar yapabilirdim ki? İnsan mısın sen, bir şeyler yapmalısın, ne yapabilirim ki, istesen yaparsın, hem yarın kimin ne olacağını kim bilebilir ki, off ya, niçin geldim ben parka.

Arabama binip bir an önce oradan uzaklaşmaktı en doğrusu. Kaçmaktı. Çocuklar dedim ben gidiyorum, kızım bir kere daha öptü beni yanaklarımdan. Cadı dedim ona, yanağını sıktım. Yorulunca, terleyince eve gidiyorsunuz tamam mı, demeyi de unutmadım. Gitmeden ne diyecektim Recep’e, bir an karar veremedim…

-İyi günler Recep,

-İyi günler amca,

-Görüşürüz, babana selam söyle…

-……………………..

Saat tam on birdi. Arabamın kontağıyla birlikte açılan radyom haberleri veriyordu. Devlet yetkilileri seçim için bütün tedbirleri almışlardı. En küçük bir aksaklık yoktu. Oy verme işlemleri Doğu illerinde sabah yedide başlayıp akşam dörtte bitecekti. Batı illerinde ise sabah sekizde başlayıp akşam beşte… Kıbrıs meselesinin çözümü için hükümetin attığı adımlar, haftanın futbol maçları, şampiyonluğa emin adımlarla koşan Fener, son otuz yılın en düşük enflasyon oranı, ekonomideki olumlu göstergeler, canlanan ticarî hayat, hâlinden memnun Tüsiad ve Müsiad, geçtiğim yollardaki eli bayraklı insanlar… Sonuna kadar açılmış propaganda kasetleri… Radyoyu büyük bir hışımla kapattım.

İyiymiş, aksaklık yokmuş, adımlar atılmış, koşuyormuş, düşükmüş hem de son otuz yılın, memnunmuş, ya Recep’in babası, o ne olacak, o ne zaman koşacak, o ne zaman mutlu olacak, o ne zaman akşam başını yastığa koyduğunda kesiksiz ve huzurlu bir uyku uyuyacak.

-Amca babam iş buldu,

-Ne güzel yavrum,

Ne zaman buldu, nerede çalışıyor, ne iş yapıyor demeye cesaret edemedim. Recep gözlerimin içine bakıyordu. Amca diyordu günde yirmi milyon kazanıyor, bana her gün bir milyon veriyor. Borçlarımızı da…

Tamam Recep tamam, dedim. Çok sevindim. Çok mutlu oldum, babana selam söyle.

Ekonomik göstergeler olumluydu, ülke hızla düzeliyordu. Herkesin eli para, sofrası aş görüyordu. Hele hele şu seçimler de hayırlısıyla bir atlatılırsa.

Not: Bu yazı 2004 yılında (Sayı: 4, Ağustos-Eylül) Hece Öykü dergisinde yayımlanmıştır.

Devamını Oku

FİKİR HAREKETLERİ

FİKİR HAREKETLERİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Uzun süre görev yaptığım Eskişehir’de (ESOGÜ) öğrencilerin en sevdiği ve ilgi gösterdiği derslerimden biri Fikir Hareketleri’ydi. Tanzimat’tan, hatta Lâle Devri’nden günümüze doğru yapılan düşünsel bir yolculuk olarak da tasavvur edilebilecek bu dersi açıp açmama konusunda çok tereddüt ettim İstanbul’a (İMÜ) geldikten sonra, son kararım açmamak yönünde oldu.

Bu dersin iki temel amacı vardı zihnimin derinliklerinde. Bunlardan birincisi somut gerekçelerden, bilgi ve belgelerden, neden-sonuç ilişkisinden yola çıkarak düşünce dünyamızı sistematik/tematik bir şekilde inceleyip berrak hâle getirmek, ikincisi bütün bu birikimlerin, yaşanmışlıkların ışığında günümüz düşünce dünyasını doğru okumak/anlamak ve bunun için güncellenebilir ölçütler geliştirmek, çağı ve çağın gereklerini yakalamak. Elbette ağırlıklı olarak edebiyat ortak paydasında.

Temel bilgileri sistematik bir şekilde işlemenin yanı sıra zihinsel sorgulamalar da yapardık bu derste. “Ders içi ders” olarak da görülebilecek bu bölümlerde öğrencilerin görüşlerini, düşüncelerini ifade etmelerine imkân sağlanırdı. (Söylenen değil, söyleyen öğrencilerin artması içindi her şey.) Bugün hâlâ görüştüğüm, adını unutmadığım birçok öğrencim bu “ders içi dersler”in bana hediyesidir. [(Barış/lar, Berkant, Betül, Bilal, Hilal, Buse, Büşra, Canan, Ceren, Çiğdem, Dilek, Ebru, Elif, Emre, Eray, Ürün, Neslihan, Ahmet, Alper, Elçin, Faris, Aysel, Ayşe/Ayşegül/Ayşenur, Bahanur, Banu, Bekir, Berfu, Emel, Sevil, Demet, Selvinaz, Nilay, İlknur, Selda, Öznur, Nursena, Seda, Sıla, Eda, Sema, Erdal, Erol, Ezgi, Feyza, Figen, Funda, Gizem, Gülcan, Gülşah, Hacer, Halil, Halime, Hasan, Mehtap, Meltem, Merve, Mesut, Nazife, Ozan, Mehmet, Volkan, Nuray, Nurgül, Osman/lar, Rabia, Tuğba/Tuba, Ali, Zehra, Deniz, Sefa, Aysun, Duygu, Canip, Damla, Hatice, Sema, Hüseyin, Ramazan, Rukiye, Sedat, Sedef, Selen, Serap, Sevde, Süleyman, Sümeyye, Tülay, Tuna, Tuğçe, Tülin, Umut, Vildan/Vijdan, Yaşar, Yeşim, Yonca, Yunus, Yusuf, Zahide, Zübeyde, Çise, Ömer, Özge, Özlem, Öznur, İlyas, İpek, İrem, İrfan, Şadi, Şerife, Şermin, Şeyda, Seçil, Sibel, Simge, Yavuz Selim, İbrahim, Emine, Aydın, Faruk, Başak, Emrah, Şahin, Kübra, Yasemin, İsmail, Filiz, Aydan, Fatma, Eyüp, Arzu, Hande, Aybüke, Aynur, Gülden, Mustafa, Serpil, Nur, Murat, Hakan, Zeynep (Şimdi Amerika’da)… uzar gider bu liste.)] Tartışma konularımız, öğrencilerin ifadesiyle, dersi kaynatmanın aracı olmadı hiçbir zaman, hep işlenen konuların bütünlenmesine, olgunlaşmasına hizmet etti. Birkaç örnek verip ne demek istediğimizi daha anlaşılır hâle getirmekte yarar var.

(*Bölümünüz kapatılsa, hocalarınız emekli edilse, sizler evlerinize dönseniz bulunduğunuz şehir, ülke, hatta bilim dünyası bunu fark eder mi veya ne zaman fark eder?)

Soru, niçin varız, varlığımızın içinde bulunduğumuz ortamla/mekânla bağları ne derece sağlıklı, beraber yaşadığımız insanlara, canlılara bir yararımız/katkımız oluyor mu sorusunun basitleştirilmiş hâliydi aslında. (Sahi, varlığınızın farkında olmayanlar yokluğunuzu niçin hissetsinler ki!)

Sınıf şöyle bir çalkanır ve soruma birbirinden parlak onlarca cevap gelirdi. Bir süre sonra yanıtlar birbirine benzemeye başlardı. Kabul edilebilir şöyle bir sonuca her dakika biraz daha yaklaşırdık: “Özelden genele doğru gittikçe yokluğumuz daha az hissedilir veya hiç hissedilmez.”

Dersin yöneticisi olarak ontolojik sorgulamalara kapı aralayan ve aynı zamanda öğrencileri güdüleyeceğini, motive edeceğini düşündüğüm bir cümleyle bahsi toparlardım: “Varlığımızın çok da bir anlamının olmadığı, yokluğumuzun fark edilmediği bir yerde, şehirde, memlekette, dünyada niçin yaşıyoruz?”

 

Öğrenciler nezdinde bu kadar ilgi gören bu dersin kendine mahsus yazılı olmayan kuralları vardı. Bunlardan biri, öğrenciler arasında cinsiyet, mülkiyet, aidiyet, bölge, ırk, din, ten/saç/göz rengi gibi bahislerde ayrım gözetilmemesi, derse katılanların koşulsuz/sınırsız eşitlik ve söz hakkına sahip olmasıydı. Sınıftaki tartışmalarda/eleştirilerde dersin hocası olarak konuların düzenli işleyişini sağlama dışında bir ayrıcalığım yoktu. Saygı-sevgi ortamı oluşturma, sükuneti sağlama dışında bir otoritenin varlığını hep birlikte reddetmiştik genç arkadaşlarımla. Şimdi bu durumun soruya dönüşmüş hâlini yazayım:

(*Türkiye yerine başka bir ülkede doğmuş olsaydınız (İsrail, Rusya, Almanya, İngiltere, Somali, Etiyopya vb.) ırkınız, dininiz, memleketiniz, aileniz, âdetleriniz, beslenme şekliniz, ten renginiz… ne olurdu? Sahip olduklarınızla veya bu soru bağlamında başka bir coğrafyada dünyaya gözünüzü açtığınızı tasavvur ettiğinizde sahip olacaklarınız arasında bir benzerlik, yakınlık olur muydu, olsa ne kadar olurdu?)

Soru böylece uzayıp giderken sınıfa tam bir sessizliğin çöktüğü anı gözlemleyip temel mottolarımdan birini söylemek için fırsat kollardım. O an gelip çattığında şöyle derdim: “Doğuştan sahip olduğumuz hiçbir özellik diğerlerine karşı bizi üstün veya aşağı kılmaz. Bir kere daha altını çiziyorum, bu özellikler bizi daha üstün, anlamlı, değerli kılmayacağı gibi değersiz, eksik, noksan ve sıradan da yapmaz. Bu ilke, insan olmanın birinci ve en olmazsa olmaz kuralıdır. Doğuştan sahip olduklarımız elbette değerlidir, fakat bu derse gelirken bunların hepsini dışarıda bırakmanızı istiyorum, görece bütün ayrıcalıklarınızdan ve noksanlıklarınızdan arınmanızı yani. Sadece insan olarak, saf-insan olarak.”

Kurgunun son cümlesi yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi: “Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük saygısızlık onu yok saymaktır. Konuşurken dinlememek, onun saygın ve değerli bulduklarını küçümsemektir.”

 

Fikir Hareketleri dersinden o kadar çok örnek geliyor ki aklıma hangisini öne çıkaracağımı inanın bilemiyorum. Son örneğimiz “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” bahsi olsun o zaman, başka bir ifadeyle “kültürel sermaye-birikim” meselesi yani.

Kültürel sermaye daha doğmadan bizi beslemeye, onarmaya başlar ve farkında olmadan alışkanlıklar, yaşama ve davranma biçimleri kazandırır bize. Bu konuda dikkatlerimizi sivriltirsek görürüz ki bütün bunlar hücrelerimize kadar işlemiştir aslında. Yürümekten oturmaya, yemek yemekten dinlenmeye, derse giriş ve çıkış zamanından ders süresince takınılan tavra, kişisel beğenilerden toplumsal algılara kadar. Bu noktada hayatî bir başka soru gelirdi gündeme:

(*Türklerle Almanların on yıllığına yer değiştirdiğini düşünelim. Biz Almanya’ya gitsek Almanlar Türkiye’ye gelse bu durumdan ülkeler nasıl etkilenir? Ve bu süre sonucunda Türkiye’deki ile Almanya’daki değişimi şöyle bir zihninizde tartın, düşünün, bakalım ortaya nasıl bir tablo çıkacak?)

Burada tartışmalardan uzun uzun bahsedecek değilim ama hemen belirtmeliyim ki bu tartışma sonucunda herkesin kabul edeceği şuna yakın bir sonuç ortaya çıkardı: “Zamanla Türkiye Almanya’ya Almanya Türkiye’ye benzemeye başlar. Yani insan gittiği yere sadece bedeniyle, giyim kuşamıyla değil, aldığı eğitimle, bilgiyle-görgüyle, bakış açısıyla, zevkleriyle, alışkanlıklarıyla… gider. Bunları nitelikli ve olumlu anlamda geliştirmeden, değiştirmeden bir ülkenin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesi çok da kolay değildir.”

 

Bazen padişahlardan, devlet büyüklerinden bazen reformlardan bazen fermanlardan bazen tematik yaklaşımlardan hareketle işlediğimiz Fikir Hareketleri dersinde birçok anekdot anlatırdım. Bunlar dersin amacına ve içeriğine uygun olurdu, laf olsun diye anlatılmazdı. Bunlardan biriyle yazıyı toparlayalım, kaybettiklerimize hep birlikte hayıflanalım.

(İtiraf edeyim ki çok sevdiğim bu dersi bir gün böyle umuma açık bir platformda işleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Okurlarım bahtlı mı bahtsız mı bilemiyorum.)

Ve anekdot.

Kudüs fâtihi Selahaddin-i Eyyûbî ile İngiliz Kralı aslan yürekli Richard karşı karşıyadırlar, birbirlerine meydan okumakta, dolayısıyla arkalarında sıra sıra dizilen askerlerine mesaj vermektedirler. Önce Richard sahne alır ve koca bir çelik külçesi olan kılıcını çeker, kalın bir demir direği ortadan ikiye böler. (Yani, kabalık ve güç.)

Düz mantıkla hareket edilecek olsa Selahaddin-i Eyyûbî’nin daha büyük bir kılıçla daha kalın bir demiri ikiye bölmesi gerekmektedir ama o öyle yapmaz, narin ince kılıcını çeker ve havaya fırlattığı kumaşın altına tutar. Kendi ağırlığıyla salına salına düşen kumaş kılıca değdiğinde kendiliğinden ikiye bölünür. (Yani, incelik ve güç.)

Kaybettiğimiz, bugün en çok muhtacı olduğumuz “incelik” çık ve gel bir yerlerden hanemize, kalbimize, memleketimize.

Daha zarif, daha ince, daha anlamlı bir medeniyete mensup olduğunu söyleyenler, bu medeniyete uygun davranmak, konuşmak, yaşamak ve düşünmek zorundadır.

Devamını Oku

MEHMET ÂKİF OLMASAYDI NE OLURDU?

MEHMET ÂKİF OLMASAYDI NE OLURDU?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yıllar önce ÖSYM’nin yaptığı sınavlardan birinde okuduğum bir paragraf beni sınavın kendisinden koparacak kadar etkilemişti. Metnin kime ait olduğunu hâlâ bulabilmiş değilim ama ne yapıp etmiş bu kısa paragrafı yanımdaki boş bir kâğıda aktarıvermiştim.

Kültürel mirasın bir milletin hayatında ve var oluşunda tuttuğu yere, bunların kaybedilmeden veya yıpranmadan, hırpalanmadan, zarar görmeden korunmasının önemine odaklanan cümleler şöyleydi:

“İtalya’da bulunan bir vakfın gazetelere verdiği ilânda Michelangelo’nun ünlü Davut heykelinin bacağı kopmuş, Pisa Kulesi yıkılmış, Roma’daki ünlü Colosseum harabeye dönmüş olarak gösteriliyordu. Halkı derinden etkileyen bu ilânların altında şunlar yazıyordu: ‘İtalya, bu kültürel miras olmasaydı ne yapardı?’ Bu ilânların ilk olumlu etkisi, 18. yüzyıldan kalma bir kilisedeki orgun onarımı için gereken paranın birkaç saat içinde toplanması ve hükümetin proje için kaynak aktardığını duyurması oldu.”

İtalya için verilmiş bu etkileyici, uyarıcı-uyandırıcı reklamdaki yer ve eser isimlerini bizdeki hemcinslerine uyarladığımızda bahsin ne kadar yakıcı olduğunu anlamak hiç de zor değildi. İsimlerini buraya yazmaya bile gönlümün el vermediği bu yerler-eserler olmadan var olabilir miydik? Veya ne kadar, nereye kadar var olabilirdik?

Sadece İstanbul, Bursa, Edirne, Konya, Sivas, Kayseri gibi şehirlerden hareketle bile bu şablonu tüm yakıcılığıyla zihnimizde canlandırmak mümkündü. Yalnızca İstanbul’da kaybettiklerimizden, tahrip ettiklerimizden, incittiklerimizden hareketle yüzlerce mersiye yazabilirdik.

Şaşırmayın dostlar, kaybedilen tarihe de yitirilen tarihî eserlere de mersiye yazılır. Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’de İstanbul’a yazdığı gibi… Ya bu şehirler dışında böyle bir sıralamada akla bile gelmeyecek yerlerdeki eserler, bulundukları yerlere varisi olduğumuz medeniyetin inceliğini nakşedenler, onlar ne olacak?

Mesela Sivrihisar’daki “Ulu Cami”, Adapazarı’ndaki “Orhan (Gazi) Cami”, Taraklı’daki “Yunus Paşa Cami”, Göynük’teki “Gazi Süleyman Paşa Cami”, Sapanca’daki “Rüstem Paşa Cami”, Geyve’deki “Süleyman Paşa Cami” ve “Elvan Bey İmareti”, Alifuatpaşa’daki “II. Beyazıt Köprüsü”, Adliye Köyü’ndeki “Karıncalı Dede Türbesi”, Erenler’deki “Sakar Baba Türbesi”… İnsan geçmişi ve tarihi olan bir varlıktır. Geçmişi olmayan milletler hafızasız ve vizyonsuz kalırlar.

Yukarıda İtalya’ya (İtalya’daki tarihî eserlere) uygulanan şablonu bu yazıda modernleşme dönemi Türk edebiyatçılarına uyarlamak istiyorum. Türk şiirinde/edebiyatında bir Ahmet Hâşim ürperişi olmasaydı, Türkçenin şafakları kızıl bir lisanla renklenmeseydi edebiyatımız ne kaybederdi? Deneme ve seyahat yazılarıyla Türkçeyi içten besleyen ırmak nereden doğardı?

Ya Yahya Kemal’siz tarih, Türkçe, şiir, edebiyat, İstanbul, Üsküp, Balkanlar, Paris? Dilin beyaz bir mermer saflığında, inceliğinde, sağlamlığında, güzelliğinde kurucusu, öncüsü yol açıcısı Yahya Kemal olmasa kim tutardı “Ezansız Semtler”in elinden, kim anlardı Süleymaniye’nin dilinden? Çamlıca’dan, Tepebaşı’ndan başlayan yol kurtuluşa Metristepe’ye nasıl çıkardı?

Ya Ahmet Hamdi Tanpınar olmasaydı? Edebiyat tarihçiliğinden hikâyeye, romandan şiire, denemeden eleştiriye Türk edebiyatının manzarası nasıl olurdu? Türkçenin bulutlar üstünde gezen serazat coşkusundan eser kalır mıydı? Kim düşürürdü “beş şehir” üstüne beş yıldırımı? Kim söylerdi Musul’un, Kerkük’ün, Antalya’nın türküsünü?

Daha yüzlerce sanatçı sıraya geçer Bağdatlı Hâşim’in, Üsküplü Yahya Kemal’in, Batumlu Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu Ahmet Hamdi’nin yanında. Ne çok muhacir kuş var Türk edebiyatında siz de biliyorsunuz ama ben konuyu Mehmet Âkif’e (1873-1936) getirmek istiyorum, Balkanlı Âkif’e…

Şimdi hep birlikte düşünelim Anadolu denizine Arnavutluk’tan (Bugünkü sınırlara göre Kosova’dan) karışan bu insanı Türk edebiyatından, kültüründen, tarihinden çıkarırsak ne olur?

Ne kaybederiz, neler buharlaşır, buğulanır? İnsan nereden başlayacağını bilemiyor. İster “İstiklâl Marşı”ndan başlayın ister “Çanakkale”den. İster “Leylâ”dan başlayın ister “Bülbül”den. İster “Fatih Kürsüsü”nden başlayın ister “Süleymaniye”den. İster “Âsım”dan başlayın ister “Köse İmam”dan… Ne yalan söyleyeyim ben Mehmet Âkif’siz bir Türk edebiyatı, tarihi, kültürü düşünemiyorum. “Millî Mücadele”ye manevî yönden kılavuzluk yapan, şehir şehir, kasaba kasaba, cami cami, kıraathane kıraathane dolaşıp halkı aydınlatan Âkif’siz Kurtuluş mücadelesi de düşünemiyorum.

Burada kültür/medeniyet coğrafyası bağlamında Âkif üzerinden yaşadığım, daha önce çokça yazdığım ve anlattığım bir örneği bilmeyenler, duymayanlar için bir kere daha anlatmak istiyorum:

“Seneler önceydi. Uluslararası bir sempozyumun ilk gününde uzun uzadıya Mehmet Âkif’i konuşmuş, aynı zamanda şairin Mısır’a gitmesini ve bu hadisenin arka planını tartışmıştık. Bir türlü eskimeyen bu konuyu, gerekli gereksiz gündeme getirmek, bir sonuca ulaşamadan öylece ortada bırakmak, kadim bir alışkanlığımızdı. Şaire mesafeli duranlar onu sevenlere, artık klişe haline gelen “Madem sizin bahsettiğiniz gibi örnek bir şahsiyetti, Mısır’a niçin gitti?” sorusunu sorarak psikolojik üstünlüğü ele geçirir; soruya muhatap olanlar çekingen davranır, sözü dolandırırlarsa konu Âkif’in aleyhine döner ve mesele bir kere daha çıkmaza saplanırdı.

Yine öyle olmuştu; Âkif sanık sandalyesindeydi, tartışma uzadıkça uzadı, ben de konuyla ilgili dilim döndüğünce bir şeyler söylemeye çalıştım. Bir süre sonra fark ettim ki kimse kimseyi dinlemiyor, sözü alanlar seslerini yükselterek karşıt görüşleri bastırmaya çalışıyorlar. Hâsılı birkaç oturum Mısır bahsinin gölgesinde kalmış, dolayısıyla katılımcıların tadı tuzu kaçmıştı.

Ertesi gün sabah kahvaltısını yaparken siması hiç de yabancı gelmeyen biri karşıma oturdu. Çok geçmeden kartvizitini önüme koydu ve “Ben, Mısır El-Ezher Üniversitesi’nden …” diyerek kendisini tanıttı. Lafı dolandırmadan konuya girdi: “Mehmet Âkif’in Mısır’a gitmesini niçin bu kadar hararetli ve ön yargılı bir dille tartışıyorsunuz?”

Yakın çevremden, Âkif’le ilgili bilimsel faaliyetlerde meslektaşlarımdan duymaya alışkın olduğum bu soru uluslararası nitelik kazanmış, hiç beklemediğim bir yer ve zamanda kahvaltı masasında bir kere daha karşıma çıkmıştı. Sahi, bu tartışmayı niçin bir sonuca bağlayamıyor, uzattıkça uzatıyorduk?

Soru bu kadarla kalmamış devam etmişti: “1920’lerin Osmanlısında İstanbul’dan Kahire’ye gitmenin, bugünün Türkiye’sinde İstanbul’dan Erzurum’a, Konya’ya, İzmir’e, Ankara’ya gitmekten farkı nedir? Kültürel ve duygusal bağların kopmadığı, aynı medeniyet dairesinin birer ferdi olduğumuzun hâlâ kabul gördüğü böyle bir zamanda Mehmet Âkif’in Mısır’a gitmesini, niçin bir ecnebi memlekete gitmek olarak yorumluyor ve eleştiriyorsunuz?”

Mısırlı dostum, dolaylı bir yoldan da olsa, gönül coğrafyasından bahsediyor, hadiseye sadece siyasî yönden bakanları anlamakta zorlandığını söylemeye çalışıyordu. Kökü bir hayli derinlere inen kardeşlikten, duygudaşlıktan dem vuruyordu. Bugünkü sınırların, dünya konjonktürünün bize dayattığı ötekileştirici kavramların henüz bireylere, toplumlara, hayata, uluslararası ilişkilere damgasını tam olarak vurmadığı zamanlardan bahsediyordu.

Bu beklemediğim durum/soru karşısında, ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Muhatabım haksız sayılmazdı. Ben anlayacağımı anlamış; geçmişte yaşananlara o günün penceresinden, yani kendi tarihselliği içinde bakmak gerektiğini fark etmiştim. Geçmişinde imparatorluk tecrübesi bulunan milletlerde dostlukların da düşmanlıkların da ne kadar köklü olabileceğini, bulunduğum durum ve ruh hâli bana bir kere daha göstermişti.”

 

Yazımızı Âkif’in bize en büyük hediyesi milletçe varlığımızın teminatı olan “İstiklâl Marşı” ile ilgili birkaç dikkatle toparlayalım.

*”İstiklâl Marşı” sadece estetik ölçüler gözetilerek kaleme alınmış bir metin değildir. Toplumsal bir ihtiyaca yönelik olarak yazılmış, milletçe yaşanan zorluklara tercüman olan, sesini aldığı millete özünü hatırlatan bir “millî mutabakat metni”dir. Yerine göre bir inancın, yerine göre bir ideolojinin, yerine göre bir idealin/ülkünün öne çıktığı ve gerektiğinde hem bireyleri hem toplumu bir bütün olarak harekete geçirebilen bir “manifesto”dur. Fakat bu marşı dünyadaki benzerlerinden ayıran en temel özellik şiir/dil/yapı yönüyle de güçlü ve orijinal olmasıdır.

*“İstiklâl Marşı” savaş bittikten (veya savaş kazanıldıktan) toplum ve kurumlar yavaş yavaş yerli yerine oturduktan sonra yazılmamıştır. Bu marşın yazıldığı ve kabul edildiği zaman dilimi (Aralık 1920-Mart 1921) “Millî Mücadele”nin devam ettiği, toplumun bütün kesimleriyle ateşten gömleği giydiği yıllara denk gelir. Bu metin, milletçe var olma mücadelesinin verildiği günlerde dille/Türkçeyle tahkim edilen bir başka cephe olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bu marşın “Korkma!” ifadesiyle başlaması zamansal/tarihsel bir zorunluluktur. Bu dizeler kelime kelime inşa edilirken Batılı devletlerin hâmiliğini yaptığı Yunanlılar Anadolu içlerini doğru yürümekte, Birinci İnönü Muharebesi ve iç isyanlar devam etmekteydi.

*“İstiklâl Marşı”nda bir kere bile “biz” ifadesi geçmez. Oysa bugüne kadar bu ifadenin/bu zamirin bize hep birliği, beraberliği, ortak paydaları öne çıkardığı anlatılmadı mı? Bir şairin “biz” zamirini tercih etmesi hep olumlu durum olarak yorumlanmadı mı? Bütün bunlar bir yere kadar doğruydu da. Acaba “biz” zamirinin kör noktası yok muydu? Bence vardı. “Bu işi mutlaka yapan birileri çıkar, benim yorulmama ne gerek var?” düşüncesi bireylerde zamanla sorumluluk bilincinin körelmesine neden olmamış mıydı? Yani, “biz” zamiri ancak şahsiyetli, özverili, bilinçli, çalışkan, sorumluluk bilinci gelişmiş “ben”lerden oluştuğunda bir anlam/değer taşımıyor muydu? Eğer bireyler bu özelliklere sahip değilse bunların oluşturduğu “biz” nasıl anlamlı ve değerli olabilirdi?

Mehmet Âkif’in bu marşta öne çıkardığı “ben”, “bencilliğe/gurura/kibre” vurgu yapmaz. Âkif’in “ben”i bir kişi kalana kadar, marştaki ifadesiyle “yurdumun üstünde tüten en son ocak yok olana kadar” hürriyetinden, vatanından, bayrağından vaz geçmeyen şahsiyetli insan tekine işaret eder.

*“İstiklâl Marşı” ‘kahraman ordumuza’ ithaf edilmiş, ordunun millî duygularına tercüman olacak, askere moral, şevk ve heyecan verecek bir metin oluşturulması isteği üzerine kaleme alınmıştır. Fakat bu durumun, bugünden bir bakışla militarizmle bir ilgisi yoktur. Çünkü “Millî Mücadele” Anadolu’nun hemen her yerinden, köyünden, kasabasından, vilayetinden gelen insanların oluşturduğu ordu ile verildi. Burada Türk ordusu milletin kendisidir.

İyi ki Anadolu denizine Balkanlardan, Kafkaslardan, bütün imparatorluk coğrafyasından ırmaklar aktı. Ve onlar bu toprakların türkülerine eşlik etti. Belki de bütün bunları içselleştirmeye başladığım için olacak son zamanlarda “İstiklâl Marşı”nın iki dizesi gönül terazimde bir başka yer kaplamaya başladı. Sadece bu iki dizeyi yorumlayan bir kitap yazmak isterim:

Cânı, cânânı bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.